6 Aralık 2011 Salı

SENİ TANIYORUM RİTA!

Aslı Şahinkaya




Rüya Körü’nün ana kahramanı Stefanos Aksukos, zamanın önemsiz olduğu yerden yazıyor:

Seni tanıyorum Rita[1]. Seni hatırlıyorum. Yan yana düşürdü bizi hayat. Aynı raftaydık kitapçıda; çünkü aynı eller yaratıp yazmıştı bizi. Sonra Aslı isimli bir genç kız art arda alıp okudu ait olduğumuz romanları. Yan yana düşürdü bizi hayat. Sayfalarımızı çeviren eller aynıydı, senin kokunu oradan aldım. Sayfa hışırtıları arasında öğrendim seni. Başlarda uygun bulmadım seni kendime; oysa ne kadar da uzaktın gerçek Rita'ya. Rüyamda görmesem inanacaktım az kalsın beni de yazan yazarına.

Stefanos[2]um ben. Sen beni bilmiyormuşsun Rita; sen doğduğunda ben altıncı uykumdaymışım. Ne tuhaf! Sana ulaşamamış; seni anlatmaya yeltenmemiş hiç kimse benden başka. Bazen bir fayanstı seni söyleyen, bazen bir makas, bazen bir radyo. Bir de kolyen vardı Rita! Dikkat et, ele veriyor geçmişini. Eşyadan insanların geçmişini okumayı, benimle aynı romana ait olan Andronikos'tan öğrendim.

Rüyalar iki boyutludur Rita. Bir görür, bir hissederiz. Ben rüyalarımı hissetmeyi denedim 'görmeyi' bırakıp. Hiç düşündün mü, bütün hayatımızı bilip sonradan mı unuturuz? Sırf yaşamın zevkine varalım, yaşamı anlamlı kılalım diye? Şöyle demiştim bir gün müstakbel imparator Manuil’e: Sonrayı göremeyen insanlar içindir neşe. (Rüya Körü:34).

Homeros şöyle anlatır Sisifos’u:

"Sisifos'u gördüm işkenceler çekerken; / Yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı, /Ha bire itiyordu onu bir tepeye doğru, / İşte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, /Ama tam tepeye varmasına bir parmak kala, / Bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, / Aşağılara yuvarlanıyordu, / Baş belası kaya, / O da yeniden itiyordu kayayı, tekmil kaslarını gere gere / Kopan toz toprak ha bire aşarken başının üstünden, / O da durmadan itiyordu kayayı, kan ter içinde.”

Tanrılar cezalandırmıştı Sisifos'u. Cezası, ne olacağını bile bile yaşamaktı. İki adım sonrasını bilerek çaba göstermek nasıldır bilir misin? Ben daha varolmamışken cezam kesilmişti, 'kora at'ılmıştım. Ben işlemediğim bir suçun cezasını çekiyorum Rita; engel olamayacağım bir geleceği hatırlıyorum. Sense benden yüzyıllar sonra, tüm beyazlığınla doğdun, ışık ışık büyüdü boyun, gördüm Rita. Yürüyüşün, arkanda bıraktığın koku, umursamaz gülümseyişin, kıvrak vücut hatların… Ama inan ki bunların hiçbiri değildi beni sana bağlayan. Beni Ali Osman sanma, Fuat sanma, Hasana, Adema sanma Rita! Ben sendeki Cemile'yi, Cemile’deki ruhu, temiz yüreği, saf kadın güdülerini gördüm. Seni, seni kıskanan kadınlardan ayıran, içinde saklamayı başarabildiğin, yaşadıklarına rağmen yitirmediğin benliğindi Rita! Senin hüznün derinde, bilmez miyim? Ben seninle aynı düşünce ikliminde varoldum, aynı düşünce ikliminde ete kemiğe büründüm. Ben seni bilmez miyim? Üstelik aynı raftaydık, kapaklarımız değiyordu birbirine.

Ben bilmem Rita, kadınlara yaklaşmayı. İlk karım Maria bu cehaletim yüzünden benden kaçtı. Çok güzel bir kadındı. Ondan etkilenmiştim. Ancak onu saramadım, tutamadım elimde. Aşka susmanın cezasını çektim. Herkes benim hakkımda konuşuyordu, ben kendimi anlatmaya dermansızdım. Ta çocukluğumda susmaya, boyun eğmeye, başka dünyalarda kendimi avutmaya alıştım. Yıllar geçip de “Bakın, o aptal halleri geçti, akıllandı, (Rüya Körü:17)” dediklerinde aslında ben yalnızca daha çok susmayı öğrenmiştim. Bırakıp gitmeyi seçmiştim, senin gibi. Yaşadıklarımız kader, yaşayacaklarımız olasılıktır Rita! Ben bir gün gerçekten yaşayabileceğim olasılığına karşı çıkıp gittim; sen ise yaşadığın hayata isyan edip bıraktın alışkın olduğun her şeyi, herkesi.

Elim kolum bağlı otururken, gelip girdin hayatıma. Hep edilginlerden, eşyalardan dinledim seni. Ben de edilgindim, bu yüzden onların seslerini duymam zor olmadı.

Rita, ben sevdiğime sevdiğimi söylemeye zorlandığımdan onları hep kaybettim. "Hep hayata baktım ama hep o benden gözünü kaçırdı, (Rüya Körü, s.239)" derken ben, sen devirmeden, inatla, güvenle, taptaze bakışlarınla baktın bana. İlk kez geleceğe ait olmak istedim. Sensin şimdi benim geleceğim.

Geçmişi yaşarken şimdinin farkına varamamak gibidir, geleceği bilirken bugünü yaşamak. Bir bilsen ne zor bu yüzden sana aşık olmak! “Senden sevmenin ne olduğunu öğrendim Marta (Rita): Sevmek yalnızlıktır (Rüya Körü:208)". Benim yalnızlığım hep vardı da şimdi büsbütün katmanlandı, renklendi. Belki şimdiki yalnızlığımın ekseni Rita, senin sarı saçların, güzel ağzınla yalnız kalmaktır hayat boyunca.

Sonsuza dek yaşayacak bir kitabı mesken edinen ben Stefanos Aksukos, asıl niteliklerimi hiçbir zaman gösteremedim; çünkü insanlar yalnız benim rüyalarımı sevdiler, geri kalanımla ilgilenmediler. Bilmiyorlardı Rita, ben de bilmiyordum, sen biliyor muydun Rita, ben bir 'yok' um. Uyuyorum, uyanıyorum yokum; uyanıyor, uyuyorum, yokum; rüya görüyor, uyanıyorum, uyanıkken rüya görüyorum ya da ne rüya görüyorum ne uyuyorum ne uyanıyorum ne de yaşıyorum, ben bir 'yok'um Rita. "

Bugünden sonra Rita, her şey daha başka olacak. Ben artık “Seni Tanıyorum Rita!” başlıklı bir yazıda varım. Üstelik sen de varsın bu yazıda. Zamanla bana alışacaksın ve tabii ki rüyalarıma da. Hazır mısın benimle olmaya? Ne dünü ne bugünü olan, yaşama işini bile acemilikle yapan, değiştiremediği bir gelecekten başka hiç bir şeyi olmayan bu adamın ‘geleceği’ ve 'şimdi'si, zamanla ‘geçmiş’i olur musun? Okuyunca beni, yaşar mısın benimle? "Çünkü Stefanos gibi umutsuz aşıkların bile umudu vardır (Rüya Körü:208)."


Stefanos Aksukos


Her roman kahramanı, yazarının hayata lutfettiği bir armağandır. Siz okuduğunuz romanın kapağını kapattığınızda ben yaşamaya devam ederim. İş çıkışı bir akşam, siz başınızı öne eğmişken yanınızdan hızlı adımlarla geçerim, yüzümü görmediğiniz için tanımazsınız beni. Oysa annenizden, arkadaşınızdan, sevgilinizden daha iyi tanırsınız biz roman kahramanlarını. Neden şaşırdınız? Bu kadar iyi tanıdığınız roman kahramanlarını ne sanıyorsunuz siz? Ne geçmişi ne de şimdisi olan, yalnızca sözcüklerden oluşan bir roman kahramanı nasıl mı aşık olur? Hem de yalnızca sözcüklerden oluşmuş bir başka roman kahramanına? Siz şaşıra durun, biz Rita’yla aynı raftayız her akşam. Bitmek bilmiyor paylaştıklarımız. Ne mi konuşuyoruz Rita’yla? Yaklaşın rafa, ikimizden birini alın, anlatırız size birbirimizi, siz istediğiniz kadar.



[1] Güntekin, Kemal Safa (2010) Rita. İletişim Yayınları: İstanbul.

[2] Korat, Gürsel (2010) Rüya Körü. İletişim Yayınları: İstanbul.

10 Mayıs 2010 Pazartesi


Rita, Bireylikler Dergisi'nin 32. Sayısında üç yazıyla inceleniyor:


Ertuğrul Meşe: Muhafazakâr Kentlilerin San'atı,

Şirvan Erciyes: Rita Üzerine Değiniler

Kıvılcım Giritli: İmgelere Sardığımız Dünya: Anadolu!

24 Nisan 2010 Cumartesi

Bir+Bir

Bir+Bir Nisan sayısında röportajım vardır, duyurulur.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Kadınlardan Yanayım



2009'da yayımlanan ve bir 'milli roman parodisi' olarak sunulan Kadın Düşkünü'nün yazarı Kemal Safa Güntekin, geçtiğimiz günlerde ikinci romanı Rita'yla okur karşısına çıktı. Güntekin yeni romanını SERAP UYSAL'a anlattı, "Bu kitapta kadınlıktan yana olduğumu açıkça ortaya koyuyorum," dedi




Size öncelikle bu 'mahlas' meselesini soracağım. Neden mahlas kullanıyorsunuz?
- Bunu bir kaç kez söyledim. Romanın kendisi, anlatılan hikâye pek konuşulmuyor, boy boy fotoğraflar çekiliyor. Öyle ki pazarlanan edebiyat değil, yazarın kendisi oluyor. İşte, "beni alana yanında bir de kitabımı da veriyorum!" gibi bir şey bu. Aslolan hikâyedir benim için. İsimler, imzalar, mahlaslar hiçbir biçimde önemli değildir. -

Rita bir kadın hikâyesi sayılabilir mi?
- Siz ne yazarsanız yazın, okurun malı oluyor roman. İstenildiği biçimde yorumlanabilir yani. Örneğin Kayserililer Rita'yı bir Kayseri romanı sayabilirler. Ben herbiri kendi içinde okunabilecek bir üçleme, bir dönem romanı yazdığımı düşünüyorum. Ama hınzırlık edip, soruyu baştan alabilirim: Hayır, Rita bir kadınlık hikâyesidir de diyebilirim. Bir kadının başından geçenleri anlatmadım ama kadın sesini aradım, onların arasından yazmaya çalıştım, bütün unsurlarıyla kadınlığı anlatmak istedim.

Kadın Düşkünü'nde ilk dönem romanlarımızın pek çok kalıbı ters yüz ediliyordu. Bu defa parodi azalmış, diğer yandan ilginç 'bir sanat romanı' vurgusu yapmışsınız.
-Düşkünler'i bir üçleme olarak tasarladığımda mizahi ölçüyü her bölümde azaltmayı düşünmüştüm. Bu fikrimden caymış değilim ama yazılmamış bir üçüncü romandan söz ediyorum, ne çıkar şimdiden kestiremiyorum. Parodi meselesinde haklı olabilirsiniz. Kadın Düşkünü'nde daha görünür, daha sert bir sınıfsal ayrım vardı. Abartmak ve teşhir etmek hususunda daha rahat davrandım. Rita, değişen, kimileri zenginleşen bir eşraf çevresinde geçiyor. Yaşama biçimleri birbirlerine benzeyen insanlar bunlar. Daha dolambaçlı bir entrika kurmak istedim. 'San'at romanı' ifadesi ise bir ironi, bunun aşikâr sanıyorum. Mevcut kullanım biçimlerine, kendini tüketen bir narsizme ve tabii kendime ve meydan okuyuşuma yönelik bir gönderme bu...

Dönem romanı yazdığınız için soruyorum. 50'li yılların önemi nedir? CHP-DP/AP geriliminde gerek 14 Mayıs gerekse 27 Mayıs daima farklı biçimlerde anlatılır, DP'li yıllar hayatımızı nasıl etkiledi sizce?
-50'li yıllar, tek parti sultasından, padişahlık ve paşalık kurumunun dayatmalarından ilk sivil çıkış denemesidir. Halkın seçimidir. Fakat seçilenler de paşalık ve ağalık kurumunun başka yerlerinde eğitilmiş diğer elitler olduğundan, aynı zamanda siyasi yalanın, rüşvetin, dalaverenin, dikta eğilimlerinin de kışkırtıcısı olmuşlardır. Şu tarafı ilgi çekici mutlaka: DP, şehir ve köy arasındaki açığı kapatmak için kapitalist iktisadın en gözü dönmüş zengin destekçisi kadrolarına sahip olan, siyaseten komünizm düşmanı herkesle kolkola giren, dini siyasete alet etmek fiilinin başlatıcısı bir siyasal kültürün temsilcisidir. Öncesiz ve sonrasız değil elbet, Türkiye'nin neredeyse tamamını sağcı hale gelmesinde failler arayacaksak o döneme de bakmak gerekiyor. 14 Mayıs ile 27 Mayıs rekabetine odaklanmadan bakmak lazım üstelik.

Her iki romanda da karşımıza çıkan karakterlerden biri Kör İhsan...
- Ben Türkiye halkına giydirilmiş siyaseten sağcılıkla körlüğün temsilcisi olan bu adamı çok inanarak yarattım. Bakınca anlarsınız: Kör İhsan her iki romanda da küçük kıyametlere neden olan biri... "Kötüler kazanır" da diyebilirim, iyi de adam kör de diyebilirim. Bu açıdan bakıldığında roman kahramanına mesafeli durabilmeyi güçleştiren bir karakter, epeyce didişerek yazdım. -

Necip Bey ise bugüne yönelik bir gönderme sanki.
-Bu tür karşılaştırmalar yapmak istemem. Elbette yazdıklarımızı günün koşulları etkiliyor; yoktan, hiç bilmeden tahayyül etmiş değilim. Necip Bey, 'siyaset-üstü' bir adam benim için. Her şey oluyor, bitiyor ve sonra o gelip ne istiyorsa onu yapıyor. Bazen bir karikatür gibi algılansın bazen de "Var be böyle adamlar!" dedirtmek istedim. Böyle adamlar tanıdım, böyle adamları taklit eden adamları da tanıdım. Türkiye'yi kim yönetiyor diye düşünmemiz gerekiyor. Necip Bey, bu türden adamların ilkel bir örneği ve atası benim için...
Son soru anlatımınızla ilgili. Anlatıcıları nesnelerden seçmişsiniz...
-Nesneler anlatıcı olunca hikâyede fail olmayan birilerinin izlenimlerini izliyoruz. Herkes bize bir fotoğraf gösteriyor aslında. Yapmak istediğim özellikle düşkünlüğün kolektif bir portresini çıkarabilmekti. Böylesi bir anlatımda özellikle erkekler, çok sayıda olsalar da hepsi aynı şeyin peşindeler. İsimler değişiyor ama bütün erkekler para hırsıyla dolu, hepsi de ruh ve seviye bakımından düşkün. Arsız, şehvet ve hasetten aklı şaşmış insanlar. Bu kitapta kadınlıktan yana olduğumu açıkça ortaya koyuyorum. Erkeklik bu haliyle kadınlığın rahle-i tedrisatından geçirilecek ilkel canlılara tekabül ediyor. Kitapta bunu gösterdiğimi sanıyorum, yani lafını söyleyip eylemden kaçıyorsam, yuh olsun bana, kalemim kırılsın!

6 Mart 2003, Sabah

29 Mart 2010 Pazartesi

Mahalleye Rita Gelir


Aysel Sağır


Bazı anlatımları vardır ki, tanımladığınız anda öyle olmadığını, söz konusu tanımlamanın çok ötesinde olduğunu anında hatırlatır size. Okuduklarınızdan anladıklarınızı, yaptığınız çıkarsamaları bir yere koyamazsınız. Zira çok rafine bir durumla karşı karşıyasınızdır. Yani, karşınıza çıkan imgeler, tanık olduğunuz yaşamlar, sizin de içinde olduğunuz ya da bir iki kuşak öncesi en yakınlarınızdan bildiğiniz bir yaşamı tüm canlılığıyla sermiştir gözlerinizin önüne. Rita, böyle bir kitap. Kemal Safa Güntekin, Rita’da, 1950’lerin sosyal, kültürel atmosferine öyle bir dokunmuş ki, sözcüklerden bir görüntü yaratmış adeta. Rita’da tanıştığınız karakterleri takip edin göreceksiniz, karşınıza şeritler halinde akan film kareleri çıkacak. Başta Rita olmak üzere, tanıştığımız tüm erkek ve (özellikle) kadın karekterler bir dönemin (1955) Türkiye’sini betimlemekle kalmamış, tüm ‘modernizme’, yeni değerlerin günü kurtaran hafifliğine rağmen anlamakta güçlük çektiğimiz (kadın-erkek) bugünün insanını anlaşılır kılmış. Tabii, bir kültürel arka plan oluşturarak. Daha da ileri gidelim; elli-altmış yıllık arkeolojik bir çalışma yapmış yazar. Zira değerler karmaşası yaşayan bir toplum olarak, yarım yüzyıl önce başlayın süreci takip etmiş.Orta sınıf kadınlar ve halleriÇarpıcı bir anlatım tekniğiyle karşılaştığımız Rita’da, tüm karakterleri ve tanık olduğumuz olayları bir nesnenin bakışıyla izleriz. Aralarında neredeyse organik bir bağ olduğunu anladığımız kişileştirilmiş söz konusu nesnelerin, tanık olduğumuz yaşamlara karşılık gelen ironik, psikolojik, sosyal, kültürel araçlar olduğunu söylemeye gerek yok. Karanfilli Fayans Anlatıyor, Namık’ın Klarineti Ses Veriyor, Berber Efa’nın Aynası Söylüyor gibi kitapta yer alan her bir başlık, bir değerler dizgesine denk geliyor.Kayseri’de bir hamamda gördüğümüz asıl adı Cemile olan, Rita’yla birlikte, onun tüm işlerini üstlenen eski genelev çalışanı Akile ve Kayseri’nin (eşraftan), orta sınıf kadınlarıyla da tanışırız. Rita ve Akile’nin hayatını geriye gidişlerle takip ettiğimiz kitapta, tanıştığımız diğer kadınlar, Ayten, Şefika, Nezihe, Esme, Saniye ve diğerlerini de bazen zamansal geriye gidişlerle izleriz. Dar dünyalarının dışında gelişen her şeye öfke ve nefretle bakan, geleneksel, evliliği en üst statü olarak gören söz konusu kadınlar, mahellelerine yerleşen Rita’yla birlikte hareketlenmişlerdir. Zira Rita mahelleye yerleşeli kısa bir süre olmasına rağmen, ‘güzelliğiyle’ kendi kocaları da dahil, Kayseri’nin tüm ileri gelen erkeklerinin de gözdesidir. Yaşadığımız topluma özgü okuyucusunu kaynağında bir kadın dünyasıyla karşı karşıya getirdiğini söyleyebiliriz yazar için. ‘Namuslu’, ‘kötü yola düşmüş’ kadın tanımlamasının ardında yatan ekonomik-kültürel durum bir hayli hissettirmiş kendini. “Cemile, Doksan Üç Harbi’nde Gürcistan’dan kaçmış, hastalıklı, yaşlı bir babanın çocuğu olarak doğdu. Anası kıt akıllıydı... Cemile’nin evdeki babaya bakarak erkeklere saygısı kalmadı; annesine bakarak da sevgiye inancını yitirdi.”Mizahi bir dilin baskın olduğu kitapta, keskin ve trajik gerçekler daha bir belirginleşirken, kadın karakterlere karşılık gelen erkek karakterlerle, erkeklere özgü başka bir dünyayı da gözler önüne sermiş yazar. Diğer bir yandan da, Ermenilerin yerlerinden edildiği Kayseri’deki zenginliğin sosyolojisiyle birlikte, dönemin siyasi anlayışını, en üstten en altlara kadar devleti temsil edenlerin ellerindeki güçlerle yapıp ettiklerini, söz konusu karakter ve yaşamlarla içi içe geçirmiş. “Kâğıda geçirilmiş bir itiraf, zannettiğiniz gibi iyi sonuç vermez. Ne yazacaksınız? Şu şu evlerin tapu sicilleriyle oynanarak el değiştirmesini sağladık. Ermeni vakıf evlerini zimmetimize geçirdir. Tekyeboğazı ve Büyükçeşme sokaklarında bilmem kaç haneyi usulüne aykırı olarak yıktırdık. Devlet arazısıne kayıtlı iki büyük hanı ve Rum okulunu yola kattık. Tavukçu Mahallesi’nde Meryemana Kilisesi vakfına ait evleri, Ermeni ailelerine ait kırk dört hane tapuyu hile yoluyla hazineden aldık...”Güntekin, Orta Anadolu yaşamına odaklansa da kitabında, söz konusu coğrafyayı genişletmiş aslında. Her ne kadar Anadolu insanının erkek ve kadın davranışıyla ilgili verili, ‘masum’ yaşamlarına dalsak da kitapta, üst bir mekanizmayla (resmi ideoloji) bir hayli patolojik hale gelmiş örüntüler belirgin hale gelmiş.


19 Mart 2003 Radikal Kitap

2 Mart 2010 Salı

Kimlik Lütfen


Anjelik gülmekten kıpkırmızı geldi:
"Koko bil bakalım ne oldu?"
"Ne?"
"Kitapçıya girdim, Rita'yı istedim, ha dediler Ezel Akay'ın yazdığı kitap mı?"
"Komikmiş gerçekten."
"Her yerde çeşitli tevatürler dolaşıyor. Bir arkadaşım, Ezel Akay'ın Kadın Düşkünü'nü çok beğendiği için fotoğrafı yerine facebook'ta o kitabın kapağını kullanırken görmüş. Baktım, doğruydu."
"Eh, pek de iyi olmamış, düşünsene adının üstünde Kadın Düşkünü yazıyor."
Anjelik kızardı, ben bu halinden hiç hoşlanmadım.
"Sonra" dedi Anjelik, "Murat Belge'nin romanıymış diyenler de bir hayli çok."
"Esaslı komik. Bu yazar tahminciliği işi benim kitaplardan daha komik bir hal almaya başladı. Eh artık İletişim Yayınları'ndakileri sıradan geçirirler. Tanıl Bora'nın da Rita'yı yazdığını işittim. Ne isabet ama! Türk kadının üç hali: Muhafazakarlık, Milliyetçilik ve İslamcılık."
"İhsan Oktay'ın kendi kendini eleştirdiği yorumlarına ne diyeceksin?"
"İşte buna kızarım."
"Gürsel Korat yazmış diyenler de işitiliyor."
"Peh. Solak bir adamın, sağ elle yazması ne kadar mümkünse."
"Merak ediliyorsun Koko."
"Yazdıklarımı okumayan ama beni merak edenlere yuh. Hiç kimseye görünmeyeceğim."
"Vampir misin nesin?"
"Susalım, gün ışıyor."
"Koko beni korkutuyorsun."
"Korkma. Sana bir sır vereyim mi?"
"Ver."
"Benim kitabın yazarı kesinlikle Kemal Safa Güntekin'dir."
"Çok basit bir sır olmadı mı?"
"Bir düşün. Çok derin olduğunu anlarsın. Bana baktığında kimi görüyorsun, söyle."
"Patron, söylemesi ayıp ama, çorabın kaçmış."

1 Mart 2010 Pazartesi

Taşlamalar 4


EY OKUR!

Okumuyorsun ey okur!
Niteliksizi okumak okumadan sayılmaz.
Değeri geç bilensin. Oğuz Atay’ı mezara gömdükten sonra fark edensin.
Eleştirmenleri mezarlık bekçisi diyerek aşağılayan Sartre seni görse ne derdi, ben söylemek istemem ey okur.
Elbette her yazar sen okuyasın diye yazar ama olmayan bir şey için yazıldığı ne zaman görülmüştür?
Yine de yokluğunu unutup sen okumuyorsun diye bozuluyorum ey okur, senin yüzünden artık kitabımı basmayacaklar, yazacağım üç kitabın biri kalmıştı, üçün biri de senin olsun, ne yapayım ama artık sana yazmayayım diyorum ey okur.
Oğuz Atay, ben buradayım diye seslendi sana ama duymadın. Sen seslenmeyeni, göstereni tanıyorsun. Güzel diyemiyorsun, güzel denilene koşuyorsun. Sen bir gözsün ey okur, sen bir söz bile değilsin.
Ben de bir okurum ey okur, sen de bana söv de eşitlenelim.
Seni aşağılıyorum ey okur, okuma beni.
Nietzsche’yi hatırlıyorum ve ne zaman okur dense bir kırbaç düşünüyorum. Bu kırbacın sadece sapı var ey okur, havada sallıyorsun, oku der gibi bir ses çıkarıyor: Vu, vu, vu, oku!
Sonra da sapını havuç gibi yiyorsun.
Yani niyetin neyse ey okur, elinde onu buluyor, kendini o kültürün tavşanı sanıyorsun.
Ben bir eşeğim ey okur, yazarak eşeklik ettiğimi bilmem, gerçeği değiştirmiyor.
Bunu dünyanın tüm ezilmiş, sessizlik fesadında yok edilmiş yazarlarının çığlığı olarak sesliyorum ey okur ama boşuna miyavladığımın farkındayım.
Senin kulağın mühürlü, gözlerin buhurludur.
Yoluma çıkma diyeceğim ama galiba gerçekten çıkacağın yok.
Unutma, canı yanmış bütün yazarların senin üstüne salınmış bir ahı vardır.