1 Şubat 2010 Pazartesi

Klarnet Sesli Bir Milli Roman Parodisi


Tuhaf isimli bir kitap gözünüze çarpmış olabilir. Eskiyi çağrıştıran, özellikle epritilmiş bir kapak da cabası. Orhan Safa Güntekin imzasıyla İletişim Yayınlarından Kadın Düşkünü adlı bir roman çıktı. Gerek yazar ismi gerekse kapağa iliştirilmiş “Memleket Romanı” ibaresi, edebiyat tarihimiz kadar eğitim yoluyla bizlere de etki eden “Milli Roman” akımıyla didişildiğini gösteriyor kitapta. Her ne kadar bu yönüyle öne çıksa da Kadın Düşkünü’nü sadece bir milli roman parodisi değil. Oldukça eğlenceli, kimi zaman bir vodvil havası taşıyan hızlı bir anlatı. Kitabın yazarı Güntekin ile edebiyat ve siyaset ekseninde romanını konuştuk.

İsminiz bir mahlası çağrıştırıyor, yoksa edebiyatsever bir aileden mi geliyorsunuz?

Edebiyatçı bir aileden gelmiyorum. Okumaktan sempatiyle söz eden ama okumuşa deli gözüyle bakan bir mahallede büyüdüm. Annem, her kitabı elime aldığımda “gözün bozulacak oğlum” derdi. Evet, takma ad kullanıyorum. Oscar Wilde gibi söylersek, yazar sadece yazısını değil benliğini, eylemlerini ve hatta bana kalırsa adını bile kurgular. Gerçek adıyla tanınmak isteyenlerin mahalledeki berber ve kasap tarafından tanınmak istediğini yazıyor Umberto Eco. Benim bu ismi seçerek nasıl bir şeye yöneldiğim belli oluyor. Umarım oluyordur.

Kapaktaki memleket romanı tanımlaması, içerdeki epigraf ister istemez milli roman kavramsallaştırmasını mesele ettiğinizi gösteriyor.

Seçtiğim takma addan başlayarak bu böyle. Türkiye’nin kuruluşu, kutsal ailesi, vaftizi, arındırılması ne varsa hepsi bu milli roman çığırının açtığı derin çukurda şekillendi. Hani bitmeyen inşaatlar vardır ya açılan çukura yağmur dolar, kurbağalar vıraklar… Mahallenin bebeleri bir girsek bir yüzsek diye dolanırlar. Bekçi de kovalar onları… Ben bu çukurda milliyetçiliğin ve düşmanlığın yarattığı kan gölünü de görüyorum. İçimde kaçınılmaz bir alay etme arzusu doğuyor. Madem öyle bir de Memleket Romanı yazayım da Milli Roman denen alengirli iddianın yapmadığı şeyi yapayım dedim. O zaman yaşasam böyle yazardım diye, bu o zamanki romanda eksikti diye…

O zaman şunu sorayım: Tanzimat’tan bu yana özellikle romancılığımızın ilk elli yılında eyleme, tek etkiye ve üst anlatıcıya dayalı bir üslup hâkim. Kadın Düşkünü’nde benzerlikler de var, özellikle uzak durulan bir anlatım da göze çarpıyor. Meseleyi biraz da bu bağlamda tartışalım istedim.

Milli Edebiyatımızda ben anlatıcı başladı mı günlük yazar, her şeyi Tanrı yazarın istediği şekilde söyler. Tanrı anlatıcı da her şeyi dışarıdan gözler, her şeyi Tanrı gibi bilir. Bireylerin iç dünyası yoktur, olsa ne gam, o iç dünya da resmi ideolojinin tekrarıdır. Yararsız bir böbürlenme, “biz biz” deyip duran birtakım adamlar, aşağılanan kadın cinselliği, şu bu. Oysa memlekette-sokakta işler böyle değil, herkes herkese sunturlu küfür savuruyor, aksırıyor, tıksırıyor... İç dünyası var tabii ki insanların ve orada çeşitli fırtınalar dönüyor. Herkes her an Büyük Türk olarak yaşamıyor, basitlikler yapıyor, gözü katakulliye kayıyor, kolayına kaçıyor, onun bunun ırzına göz dikiyor, camiye gidiyor bunların kötü olduğunu dinliyor, sonra çıkıp içiyor falan. O romanlardaki Türkler nerde bilmiyorum ben. İlk iş olarak bunu parçaladım, ne kadar karakter varsa kendini anlattı. Ben anlatıcıyı kullandım ama resmi ideolojinin hık deyicisi olmak için değil.

Romandaki herkes ucundan kıyısından cinsellikten bahsediyor. Bu denli cinsellik merkezli bir toplum olduğumuz söylenebilir mi?

Bana dediler ki Kadın Düşkünü diye kitap adı olur mu? İkincisini de yazdım, onun da adı Erkek Düşkünü. Aklı fikri “orasında” olmanın biyolojik bakımdan bir küçültücülüğü yok. Yani bırakın toplumu insanlık olarak böyleyiz gibime geliyor. Sadece toplumlar ve insanlar zihinsel gelişmişlik derecelerine göre cinsellik konusunda değişik tepkiler gösteriyorlar. Cinselliğe kafayı takan bir toplum olmasak, türbanı, eteği, evlenmeyi, boşanmayı, bağlılığı ve ihaneti bu kadar diline dolayan bir toplum olabilir miydik? Cinsellik bizde hem kafaya takılı kalmış, hem de erkekler lehine sözüm ona çözümler üretilmiştir. Başörtüsünün tartışıldığı bir programda İslamcı yazar Sadık Albayrak “Beni kadının kulak memesi heyecanlandırır” diyebiliyor. İşte saygın bir yazar dede, Hüseyin Üzmez; ne saygın ama 14 yaşında bir kızı iğfal ediyor! Cinsellik konusunda bu kadar tutucu fetvalar yağdıranlar böyle olduktan sonra, başka kimin kafasında cinsellik yok diyebiliriz ve bundan niye sakınırız ki? Cinselliği düşünmeyi lanetleyen tutuculuğu lanetlemek istiyorum. Başkalarının zararına, kendi yararına bir cinsel haydutluğu alkışlayan herkese de lanet ediyorum. Kendisi ve başkaları için sevgi dolu bir cinsellik, şaka, mutluluk. İşte kaybettiğimiz cennet.

Son soru: Kadın Düşkünü için iyimser bir roman diyebilir miyiz?

Bir yerde klarnet sesi duysam yüzüme bir gülümseme oturur. Her satırında bir klarnet sesi olsun istedim. Bu kadar kötülük içinde gülmeye hakkımız var: İyimserlik, zor günlerin şeytan kovma duasıdır. Kime bilmem ama toplumun böylesi dilekleri zaman içinde kabul ettiğine dair ümitler olmadan yaşam acılaşıyor.

Ölmez de Sağ Kalırsak...


Romanınızı mahlas bir adla yayımladınız! Neden?

Edebiyatta anlatılandan çok yazarın kimliği, nasıl yazdığı, neyle yazdığı, nasıl çalıştığı, neyi sevip sevmediği daha önemli hale geldi. Yazarların isimlerini de çok önemsediğini düşünüyorum. Aslolan hikâyedir ve bunu unutuyoruz. Şöyle de söyleyip bir parça muamma katayım işe: okunmak istediğim için tanınmak istemiyorum.

Biyografinizden başka mahlaslar kullanarak kitaplar yazdığınızı anlıyoruz. Kendi adınızı kullanmaktan neden sakınıyorsunuz?

Sakındığım şey ismim ya da yazdıklarımın içeriği değil. Size şöyle söyleyeyim: Gerçek adımla yazdığımda “Vay, şu kadına -belki de adama- bak, gemi azıya almış” diyecekler ve ne yazdığımdan çok benimle ilgilenecekler. Bunu istemiyorum. Oyunbazlık üstüne epeyce konuşabilirim veya Japon ressamlarından söz edebilirim. Bir şehirde yeterince ünlü olduklarını hissettiklerinde, başka bir şehre göçer ve o şehirde yeni bir isim ve üslupla yeniden çalışmaya başlarlarmış. Ben kenarda durmayı, hiç yokmuş gibi o sokaklarda gezmeyi yeğliyorum. Sokaklarda gezerken fotoğrafımın çekilmesini isteseydim mahlas kullanmazdım.

Ama gerçek adınızla yazdığınız kitaplar da vardır, değil mi?

Bu isim meselesinin üzerinde durmayalım derim. Yazarken mutlu oluyorum, başka türlü bir hayat bilmiyorum. Kitaplarımı yayınlayanlar var, bazen okurlarımla karşılaşıyorum. Güzel şeyler duyuyorum, bu da hoşuma gidiyor ve bana yetiyor. Gerçekte kim olduğum çok da mühim değil. Yayınevindeki editör arkadaşlara kim olduğumuzu sorup, tahminlerde bulunuyorlarmış. Oyunbazlığı paylaşmak adına bu güzeldir ama sadece o kadar… Kim olduğum haber değeri taşıyabilir ama bu benim dışımda gelişiyor.

Mahlasınız Yaşar Kemal, Peyami Safa ve Reşat Nuri Güntekin gibi büyük yazarların soyadlarının toplamı mı? Eğer öyleyse, onların hikâyelerinin izinden gidilerek mi oluştu bu roman?

Kemal Tahir’i unutmayalım. Orhan Kemal de aklımızdan çıkmasın. Takdir edersiniz ki bu da parodinin bir parçası. Tek tek isimlerin izinden gittiğimi söylemek yanlış olur. Bir toplamdan, bir tortudan söz edebilirim. Hepimizin büyürken okuduğu belki okumak zorunda kaldığı roman ve hikâyeler gibi konuşan ama onlar gibi söylemeyen bir tersine çevirme yapmak istedim. Kapak resminden içeriğine kadar böyle bir izden gidildi demek daha doğru olur.

Kitabın kapağında ‘memleket romanı’, arka tanıtımında da ‘milli roman parodisi’ deniyor. Günümüzde hala memleketin hali pür melali milli romanda mı tezahür ediyor?

Milli roman adı altında yazılanları masum bulmadığım için onlara karşı bir parodi yazdım. Milli roman yazan Peyami Safa, Necati Sepetçioğlu, Halide Edip gibi yazarların bazı romanlarına dayanamayıp, olsa olsa bunları reddetmek için memleket romanı yazılır diyerek böyle bir adlandırma seçtim. Yani memleket romanı yakıştırması ve tavrı bana ait, öncesi yok. “Memlekette neler oldu-oluyor” sorusuna cevap. Bana kalırsa milli romanda bireylerin iç dünyası yoktur, olsa ne gam, o iç dünya da resmi ideolojinin tekrarıdır. Yararsız bir böbürlenme, “biz biz” deyip duran birtakım adamlar, aşağılanan kadın cinselliği, şu bu. Oysa memlekette-sokakta işler böyle değil, herkes herkese sunturlu küfür savuruyor, aksırıyor, tıksırıyor...

Bir de tabii, romanda yurdum insanının cinselliğe (haliyle kadın düşkünlüğüne) olan ilgi ve alakası fazlaca gündeme geliyor… Roman 50’lı yıllarda geçse de pek çok konu günümüzle bağdaşıyor… Cinselliği de buna dâhil edebilir miyiz? Gayelerinizden biri de bu muydu?

Cinsellik odaklı bir hayat sürdürüyoruz. Çok konuşuyoruz bu meseleyi, dönüp dolaşıp lafı buraya bağlıyoruz. Edebiyatın edeb’ten gelen kökenini hesap ederek bir yandan da Kadın Düşkünü diye roman ismi olur mu diye düşünebiliyoruz. Bilerek seçilmiş bir isim bu, erotik roman yazdığımı sananlar olabilir, yanılmasınlar. Romandaki herkes bir biçimde bu ortak paydayı iğdiş ediyor.

Bundan sonra bu mahlasla yeni bir şeyler yazacak mısınız? Okurlar bu adı takip etsinler mi?

Ben aslında bir üçleme düşünmüştüm. Henüz ilkini yazdım anlayacağınız, ikinci kitap Erkek Düşkünü, sonuncusu Düşkünler adını taşıyacak. Demokrat Parti dönemini anlattığım için üçleme 27 Mayıs ile birlikte sona erecek. Ölmez de sağ kalırsak bu iki yeni roman için söz verebilirim.

15 Ocak 2010 Cuma

Kapak ve Arka Kapak


Samsunlu Rita, Kayseri’de sahneye çıktığında, hayır, şehre adım attığında kıyametin kopacağını, tesadüfün şuursuz rüzgârıyla hayatının değişeceğini nereden bilebilirdi. Kabadayı Ali Osman, Kayseri Cezaevi’ne girince, onun arkasından taa Ankara’dan Kayseri’ye gelen Rita, Pavyoncu Nuri’nin açtığı Elhamra’da çalışmaya başlamıştı. Hayat işte! Yanında can yoldaşı ve sırdaşı Akile’yle kimlerin ilgisini çekmemiş, hangi memur, amir, tüccar ve esnafın aklına düşmemişti ki…

Şişman ve kıranta tüccarlar Hasanâ ile Ademâ, ağzı sıkı, ırzına sağlam Bekirâ, muharrir ve avukat Mahmudâ, polis katili zavallı Serkis, Terzi Şefika’nın makası, yalan bilmez aynalar, tokat yiyen çocuklar, cızırdayan kalem, siyah gözlük, ağlayan şamdan, gülen fayans, parazitli radyo, nemrut kolye, delibozuk Şöför Fuat, klarinetiyle Erkek Namık, iç sızlatan Murat Bey… Konuşan, akleden, çekişen, kavgaya tutuşan mahalleli güçlü kadınlar… Kimi karakterleri daha önceden, Kadın Düşkünü’nden tanımıştık: Söze gerek yok, ceset sükûtuyla emreden Necip Bey yine karşımızda! Namuslu Müfettiş Mükremin Bey de. Fakat asıl, siyasi riyanın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, haysiyetli olmayı bilen telaşsız hilenin simgesi, pehlivanı ve kahramanı Kör İhsan da burada… Hepsi bu entrika dolu kıyametin oyuncuları…

Kemal Safa Güntekin, Düşkünler üçlemesinin ikinci kitabında 1955 yılını resmediyor. Yaşananları, hem de nesnelerin ağzından, usta bir dille aktarıyor.

Rita, ağır bir Orta Anadolu trajedisini, hayata hükmeden bir alçaklık hikâyesini “Hey Allahım bu insanlar hiç mi doymazlar” tadında anlatıyor. Güntekin, muhalif kahkahasını yine hissettiriyor…


ARKA KAPAK YAZISI

9 Ocak 2010 Cumartesi

RİTA


Yardımcım Anjelik hışımla geldi, onu gördüğünü haykıra haykıra söyledi.
Kimi görmüş, sordum.
Rita'yı gördüğünü söyledi. Yakında çıkacak olan benim romanımın kahramanını sokakta yürürken görmüş. Anlattığına göre Rita adındaki bu kadın, benim Erkek Düşkünü adında bir roman yayımlamamı istemediğini, bana göz süzdüğünü, benimle burada anlatamayacağım birtakım haltlar karıştırdıktan sonra kitabın ve kitaba konu olan kahramanın adını değiştirttiğini söylemiş.
Arkadaşım Koray'a, anlatılan şahsın eşkâlini çizdirdik, doğrusu bu oydu.
Yapacağım bir şey kalmadı, Rita romanımdan firar etti ve daha yayımlamadığım romanın konusunu sağda solda anlatmaya başladı.
Anjelik'in bana bakışları da değişti bu arada, "Sen neymişsin, yere bakan yürek yakan?" diyor.
Ben de "Kızım asıl sen Rita denen namussuza bak" bir diyerek onu başımdan savıyorum.
Üzüntüm büyük, çünkü artık Rita yalnız benim hayalimde değil. O yalnız benim hayalim olmaktan çıkıp, kamunun hayaline dönüşmek istedi, yolunu çizdi.
Her roman karakteri işte böyle yazarını ezer ve gider. Yazara, kendi çöplüğünde deşinip bilinmeyen bir hayali daha aramak kalır.
Bakın şu Rita'ya, onu düşüncemde taşırken ne kadar mutlu olduğumu söylemekte haksız mıyım?

30 Aralık 2009 Çarşamba

Parodi Değil, Asla!



Anjelik, bana çok doğru bir soru sordu:
"Koko, senin şu roman, yani Kadın Düşkünü adını verdiğin, gerçekten parodi midir?"
"Bir roman tarzının parodisi olduğu doğrudur. Fakat daha önce yazılmış romanların parodisi olduğunu sanmak külliyen yanlıştır!"
"Hah, tam da buydu aradığım cevap!"
"Niye, ne oldu ki?"
"Geçen bu kitap hakkında konuşuyorduk, birileri dedi ki, 'yav bir Kadın Düşkünü diye roman varmış, daha önce yazılmış romanların parodisiymiş, çok eğlenceli diyorlar ama biz o dalga geçilen romanları okumadık ki, Kadın Düşkünü'nün neyle gırgır geçtiğini nasıl anlayacağız, bilemiyoruz.' Gülmüşüm. 'Niye gülüyorsun?' dediler."
"Evet, niye güldün ki?"
"Yav, insanlar niye kendileri okuyup da bir karara varmaz? Herkes artık Ekşi Sözlük'e bakıp ekabirin ne dediğini anlayarak kitap okuyor, bunları düşündüm güldüm. Ne var yani?"
"Niye güldüğünü açıklamadın."
"Benimle konuşurken sesini yükseltiyorsun."
"Tamam, sükunetle soruyorum, niye güldün?"
"Şundan: Seni düşündüm. Bana ettiğini bırakmamıştın düzeltileri yaparken. Hah gördün mü bak seni de nasıl anlıyor millet diye güldüm. Bir de seninle çalıştığım anlaşılmasın istedim..."
"Saklamasaydın! Zaten herkese yaydığını biliyorum benim kim olduğumu."
"Bak, senin kendi kendine sağda solda ben yazdım o romanları, adımı da takma ad koydum dediğini işiten bir sürü insan gördüm ben. Her şeyi benim üstüme atma."
"Bir bu eksikti. Kızım sen benim başımın belası mısın?"
"Böyle gizli gizli oturmaktan iyice canın sıkılmış senin."
"Çok bilmişsin sen."
"Düzeltileri ben yapıyorum. Çok bilmem bir kusur olmasa gerek."
"Anjelik, şu omzuma bir masaj yapar mısın?"
"Hasta mısın?"
"Hah evet, tam da... Hah, yukarı, kafaya doğru..."
"Bazen iyi bir insan olduğunu düşündüğüm oluyor."
"Hah hah, işte tam orası."
"Bir yıl daha geçti Koko, ne diyorsun?"
"Tamam, şimdi işimize bakalım."



17 Aralık 2009 Perşembe

Nomos

Bu ülkede bir zamanlar İse, Meryem, Musa, Cebrail, Mikail veya Davut gibi isimleri olan Müslüman çocukları çoktu.
Artık onlardan pek kalmadı, özellikle İsa ve Meryem'e hiç rastlanmaz oldu.
Eskiden iki katlı evler, Arnavut kaldırımlı sokaklar bir söylentiden ibaret değildi.
Eskiden adı Gülbeyaz veya Gülfidan olan Ermeni kadınlarına; Elmas veya Gülendam adlı Rum kadınlarına rastlamak hiç şaşırtıcı olmazdı.
Eskiden kiliselerde Türkçe ibadet edilirdi.
Eskiden tekkelerde, dergahlarda Türkçe ibadet edilirdi.
Bize sadece İslamın Arapça ibadet edileni, şehirlerin eski kültürleri tanımayanı, Hıristiyanların Türkçe ibadet etmeyeni kaldı.
Bütün kiliseleri dinamitle yok eden, tarihi varlıklara son veren ülkemizde, en ufak bir Hıristiyanlık tartışması yapıldığında misyonerler var diyerek ayağa kalkanlar, onu bunu fişletenler, şimdi İsviçre'deki minare yasağını ayıplamakla meşguller.
Meğer ne kadar demokratmışlar da haberimiz yokmuş.
Minarelere izin vermeyenler size bakarak böyle davranmış olabilir, unutmayın.
Bana kalırsa, ben ne camiye, ne kiliseye, ne havraya giderim ibadet etmeye. Fakat hepsini de görmeye giderim.
Bana göre inanca ve düşünceye yasak yanlıştır. "Senin düşünceni yok edeceğim" diyene yasak konabilir yalnızca.
Kilise yıkanı, minare dikmeyi engelleyeni yasaklamalı.
Sahi bütün bunları neden düşündüm? Geçen aklıma Suzan, İris, Tomris gibi adları olan kişilerin de giderek azaldığı gelmişti.
Bunlardan biri beni uyardı, neden hep yazarlıkla ilgili şeyler yazıyorsun diye. Sanırım böyle şeyler yazmamı istiyordu.

NOT: Anjelik geri geldi. Tam bunları yazarken. Onsuz çalışamadığımı kabul etmem gerekiyor, çok kızsam da onsuz yapamam ben. Bu yazımı da düzeltip o yayımlayacak, ne yapalım.

27 Ekim 2009 Salı

Erkek Düşkünü Geliyor!

Bu resimde gördüğünüz kişi ben oluyorum haliyle. Çok yakınlarda meraklı çizer arkadaşım Koray Kuranel'e poz vermiştim. Sağolsun. Kamuyla ilk kez tanıştırıldığım resmimdir.


Yazdım, yazacağımı söylemiştim.
Anjelik yazacağım yazacağım diyerek ısrar etmeme bir türlü anlam veremediğini söyledi.
Ha, evet söylemeyi unuttum, çoktan geri döndü. Bensiz olmaz. Bensiz olmaz.
Yazdım diyorum da neyi yazdım, Erkek Düşkünü'nü.
Kadın Düşkünü'nden sonra, sıra bundaydı, çoktan planlarımı yapmıştım, çok sıkı çalıştım, uğraştım, Memleket Romanı olarak bugüne kadar örneği olmayan bir şey ortaya çıkardım.
Kim bilir? Belki de ağır bir vehim içindeyim.
Bunu Anjelik'e şunu okuduğumda anladım. Önce neyi okuduğumu göstereyim sonra anlatırım:


Kel İrfan:
“Romus uydurma bir isimdir efe’m” dedi, “Türkçe adlar R harfiyle başlamaz. Meselenin aslı şudur: Roma’yı Uruz Koca’yla Durdu Oğuz kurdular, zamanla bu adı söylemeyi beceremeyen Latinler, biraz da bizden bu tarihi çalabilmek için onlara Romus ve Romulus dediler. Roma’nın ilk adı Uruzlama’dır.”
“Yaşa” dedi Kör İhsan sevinçle.
Sami Bey:
“Tüm dünyanın Türklerin anayurttan çıkıp dağılmasının izleriyle dolu olduğunu işte bir kör adam bile görüyor ama” dedi mutlulukla gerinerek, “koministler –böyle diyordu, kominist demeyi pek de sever bir hali vardı- göremiyor.”
Birden arı gibi vızıldamaya başladılar. Çok sevdikleri bir konuydu bu. Kaç kere tekrarını dinledim, hiç bıktıklarını görmedim. Hem söyler hem eğlenirlerdi.

Bu bölümü ve devamını okurken Anjelik tırnaklarıyla uğraşıyordu. Onları yakından inceliyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Sinirlendim haliyle.
"Ne yapıyorsun?" dedim.
"Sayıklıyorum."
"Ne demek bu?"
"Roman diye yazdığın şey ne ise, benim de yaptığım o."
"Hay yaşa!"
"Neden, ne oldu?"
"Estetik bir çözümleme yaptığının farkında mısın?"
"Hayır, şu anda çok canım sıkılıyor ve çatacak adam arıyorum."
Neyse Şubat 2010'da kitabın çıkacağını söyleyeyim. O zamana kadar, çeşitli gelişmeleri haberdar ederim. Ama umarım şu Anjelik alçağını kapı dışarı ettiğimin haberini de veririm, ilgilenenlere.