29 Mart 2010 Pazartesi

Mahalleye Rita Gelir


Aysel Sağır


Bazı anlatımları vardır ki, tanımladığınız anda öyle olmadığını, söz konusu tanımlamanın çok ötesinde olduğunu anında hatırlatır size. Okuduklarınızdan anladıklarınızı, yaptığınız çıkarsamaları bir yere koyamazsınız. Zira çok rafine bir durumla karşı karşıyasınızdır. Yani, karşınıza çıkan imgeler, tanık olduğunuz yaşamlar, sizin de içinde olduğunuz ya da bir iki kuşak öncesi en yakınlarınızdan bildiğiniz bir yaşamı tüm canlılığıyla sermiştir gözlerinizin önüne. Rita, böyle bir kitap. Kemal Safa Güntekin, Rita’da, 1950’lerin sosyal, kültürel atmosferine öyle bir dokunmuş ki, sözcüklerden bir görüntü yaratmış adeta. Rita’da tanıştığınız karakterleri takip edin göreceksiniz, karşınıza şeritler halinde akan film kareleri çıkacak. Başta Rita olmak üzere, tanıştığımız tüm erkek ve (özellikle) kadın karekterler bir dönemin (1955) Türkiye’sini betimlemekle kalmamış, tüm ‘modernizme’, yeni değerlerin günü kurtaran hafifliğine rağmen anlamakta güçlük çektiğimiz (kadın-erkek) bugünün insanını anlaşılır kılmış. Tabii, bir kültürel arka plan oluşturarak. Daha da ileri gidelim; elli-altmış yıllık arkeolojik bir çalışma yapmış yazar. Zira değerler karmaşası yaşayan bir toplum olarak, yarım yüzyıl önce başlayın süreci takip etmiş.Orta sınıf kadınlar ve halleriÇarpıcı bir anlatım tekniğiyle karşılaştığımız Rita’da, tüm karakterleri ve tanık olduğumuz olayları bir nesnenin bakışıyla izleriz. Aralarında neredeyse organik bir bağ olduğunu anladığımız kişileştirilmiş söz konusu nesnelerin, tanık olduğumuz yaşamlara karşılık gelen ironik, psikolojik, sosyal, kültürel araçlar olduğunu söylemeye gerek yok. Karanfilli Fayans Anlatıyor, Namık’ın Klarineti Ses Veriyor, Berber Efa’nın Aynası Söylüyor gibi kitapta yer alan her bir başlık, bir değerler dizgesine denk geliyor.Kayseri’de bir hamamda gördüğümüz asıl adı Cemile olan, Rita’yla birlikte, onun tüm işlerini üstlenen eski genelev çalışanı Akile ve Kayseri’nin (eşraftan), orta sınıf kadınlarıyla da tanışırız. Rita ve Akile’nin hayatını geriye gidişlerle takip ettiğimiz kitapta, tanıştığımız diğer kadınlar, Ayten, Şefika, Nezihe, Esme, Saniye ve diğerlerini de bazen zamansal geriye gidişlerle izleriz. Dar dünyalarının dışında gelişen her şeye öfke ve nefretle bakan, geleneksel, evliliği en üst statü olarak gören söz konusu kadınlar, mahellelerine yerleşen Rita’yla birlikte hareketlenmişlerdir. Zira Rita mahelleye yerleşeli kısa bir süre olmasına rağmen, ‘güzelliğiyle’ kendi kocaları da dahil, Kayseri’nin tüm ileri gelen erkeklerinin de gözdesidir. Yaşadığımız topluma özgü okuyucusunu kaynağında bir kadın dünyasıyla karşı karşıya getirdiğini söyleyebiliriz yazar için. ‘Namuslu’, ‘kötü yola düşmüş’ kadın tanımlamasının ardında yatan ekonomik-kültürel durum bir hayli hissettirmiş kendini. “Cemile, Doksan Üç Harbi’nde Gürcistan’dan kaçmış, hastalıklı, yaşlı bir babanın çocuğu olarak doğdu. Anası kıt akıllıydı... Cemile’nin evdeki babaya bakarak erkeklere saygısı kalmadı; annesine bakarak da sevgiye inancını yitirdi.”Mizahi bir dilin baskın olduğu kitapta, keskin ve trajik gerçekler daha bir belirginleşirken, kadın karakterlere karşılık gelen erkek karakterlerle, erkeklere özgü başka bir dünyayı da gözler önüne sermiş yazar. Diğer bir yandan da, Ermenilerin yerlerinden edildiği Kayseri’deki zenginliğin sosyolojisiyle birlikte, dönemin siyasi anlayışını, en üstten en altlara kadar devleti temsil edenlerin ellerindeki güçlerle yapıp ettiklerini, söz konusu karakter ve yaşamlarla içi içe geçirmiş. “Kâğıda geçirilmiş bir itiraf, zannettiğiniz gibi iyi sonuç vermez. Ne yazacaksınız? Şu şu evlerin tapu sicilleriyle oynanarak el değiştirmesini sağladık. Ermeni vakıf evlerini zimmetimize geçirdir. Tekyeboğazı ve Büyükçeşme sokaklarında bilmem kaç haneyi usulüne aykırı olarak yıktırdık. Devlet arazısıne kayıtlı iki büyük hanı ve Rum okulunu yola kattık. Tavukçu Mahallesi’nde Meryemana Kilisesi vakfına ait evleri, Ermeni ailelerine ait kırk dört hane tapuyu hile yoluyla hazineden aldık...”Güntekin, Orta Anadolu yaşamına odaklansa da kitabında, söz konusu coğrafyayı genişletmiş aslında. Her ne kadar Anadolu insanının erkek ve kadın davranışıyla ilgili verili, ‘masum’ yaşamlarına dalsak da kitapta, üst bir mekanizmayla (resmi ideoloji) bir hayli patolojik hale gelmiş örüntüler belirgin hale gelmiş.


19 Mart 2003 Radikal Kitap

2 Mart 2010 Salı

Kimlik Lütfen


Anjelik gülmekten kıpkırmızı geldi:
"Koko bil bakalım ne oldu?"
"Ne?"
"Kitapçıya girdim, Rita'yı istedim, ha dediler Ezel Akay'ın yazdığı kitap mı?"
"Komikmiş gerçekten."
"Her yerde çeşitli tevatürler dolaşıyor. Bir arkadaşım, Ezel Akay'ın Kadın Düşkünü'nü çok beğendiği için fotoğrafı yerine facebook'ta o kitabın kapağını kullanırken görmüş. Baktım, doğruydu."
"Eh, pek de iyi olmamış, düşünsene adının üstünde Kadın Düşkünü yazıyor."
Anjelik kızardı, ben bu halinden hiç hoşlanmadım.
"Sonra" dedi Anjelik, "Murat Belge'nin romanıymış diyenler de bir hayli çok."
"Esaslı komik. Bu yazar tahminciliği işi benim kitaplardan daha komik bir hal almaya başladı. Eh artık İletişim Yayınları'ndakileri sıradan geçirirler. Tanıl Bora'nın da Rita'yı yazdığını işittim. Ne isabet ama! Türk kadının üç hali: Muhafazakarlık, Milliyetçilik ve İslamcılık."
"İhsan Oktay'ın kendi kendini eleştirdiği yorumlarına ne diyeceksin?"
"İşte buna kızarım."
"Gürsel Korat yazmış diyenler de işitiliyor."
"Peh. Solak bir adamın, sağ elle yazması ne kadar mümkünse."
"Merak ediliyorsun Koko."
"Yazdıklarımı okumayan ama beni merak edenlere yuh. Hiç kimseye görünmeyeceğim."
"Vampir misin nesin?"
"Susalım, gün ışıyor."
"Koko beni korkutuyorsun."
"Korkma. Sana bir sır vereyim mi?"
"Ver."
"Benim kitabın yazarı kesinlikle Kemal Safa Güntekin'dir."
"Çok basit bir sır olmadı mı?"
"Bir düşün. Çok derin olduğunu anlarsın. Bana baktığında kimi görüyorsun, söyle."
"Patron, söylemesi ayıp ama, çorabın kaçmış."

1 Mart 2010 Pazartesi

Taşlamalar 4


EY OKUR!

Okumuyorsun ey okur!
Niteliksizi okumak okumadan sayılmaz.
Değeri geç bilensin. Oğuz Atay’ı mezara gömdükten sonra fark edensin.
Eleştirmenleri mezarlık bekçisi diyerek aşağılayan Sartre seni görse ne derdi, ben söylemek istemem ey okur.
Elbette her yazar sen okuyasın diye yazar ama olmayan bir şey için yazıldığı ne zaman görülmüştür?
Yine de yokluğunu unutup sen okumuyorsun diye bozuluyorum ey okur, senin yüzünden artık kitabımı basmayacaklar, yazacağım üç kitabın biri kalmıştı, üçün biri de senin olsun, ne yapayım ama artık sana yazmayayım diyorum ey okur.
Oğuz Atay, ben buradayım diye seslendi sana ama duymadın. Sen seslenmeyeni, göstereni tanıyorsun. Güzel diyemiyorsun, güzel denilene koşuyorsun. Sen bir gözsün ey okur, sen bir söz bile değilsin.
Ben de bir okurum ey okur, sen de bana söv de eşitlenelim.
Seni aşağılıyorum ey okur, okuma beni.
Nietzsche’yi hatırlıyorum ve ne zaman okur dense bir kırbaç düşünüyorum. Bu kırbacın sadece sapı var ey okur, havada sallıyorsun, oku der gibi bir ses çıkarıyor: Vu, vu, vu, oku!
Sonra da sapını havuç gibi yiyorsun.
Yani niyetin neyse ey okur, elinde onu buluyor, kendini o kültürün tavşanı sanıyorsun.
Ben bir eşeğim ey okur, yazarak eşeklik ettiğimi bilmem, gerçeği değiştirmiyor.
Bunu dünyanın tüm ezilmiş, sessizlik fesadında yok edilmiş yazarlarının çığlığı olarak sesliyorum ey okur ama boşuna miyavladığımın farkındayım.
Senin kulağın mühürlü, gözlerin buhurludur.
Yoluma çıkma diyeceğim ama galiba gerçekten çıkacağın yok.
Unutma, canı yanmış bütün yazarların senin üstüne salınmış bir ahı vardır.