10 Mayıs 2010 Pazartesi


Rita, Bireylikler Dergisi'nin 32. Sayısında üç yazıyla inceleniyor:


Ertuğrul Meşe: Muhafazakâr Kentlilerin San'atı,

Şirvan Erciyes: Rita Üzerine Değiniler

Kıvılcım Giritli: İmgelere Sardığımız Dünya: Anadolu!

24 Nisan 2010 Cumartesi

Bir+Bir

Bir+Bir Nisan sayısında röportajım vardır, duyurulur.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Kadınlardan Yanayım



2009'da yayımlanan ve bir 'milli roman parodisi' olarak sunulan Kadın Düşkünü'nün yazarı Kemal Safa Güntekin, geçtiğimiz günlerde ikinci romanı Rita'yla okur karşısına çıktı. Güntekin yeni romanını SERAP UYSAL'a anlattı, "Bu kitapta kadınlıktan yana olduğumu açıkça ortaya koyuyorum," dedi




Size öncelikle bu 'mahlas' meselesini soracağım. Neden mahlas kullanıyorsunuz?
- Bunu bir kaç kez söyledim. Romanın kendisi, anlatılan hikâye pek konuşulmuyor, boy boy fotoğraflar çekiliyor. Öyle ki pazarlanan edebiyat değil, yazarın kendisi oluyor. İşte, "beni alana yanında bir de kitabımı da veriyorum!" gibi bir şey bu. Aslolan hikâyedir benim için. İsimler, imzalar, mahlaslar hiçbir biçimde önemli değildir. -

Rita bir kadın hikâyesi sayılabilir mi?
- Siz ne yazarsanız yazın, okurun malı oluyor roman. İstenildiği biçimde yorumlanabilir yani. Örneğin Kayserililer Rita'yı bir Kayseri romanı sayabilirler. Ben herbiri kendi içinde okunabilecek bir üçleme, bir dönem romanı yazdığımı düşünüyorum. Ama hınzırlık edip, soruyu baştan alabilirim: Hayır, Rita bir kadınlık hikâyesidir de diyebilirim. Bir kadının başından geçenleri anlatmadım ama kadın sesini aradım, onların arasından yazmaya çalıştım, bütün unsurlarıyla kadınlığı anlatmak istedim.

Kadın Düşkünü'nde ilk dönem romanlarımızın pek çok kalıbı ters yüz ediliyordu. Bu defa parodi azalmış, diğer yandan ilginç 'bir sanat romanı' vurgusu yapmışsınız.
-Düşkünler'i bir üçleme olarak tasarladığımda mizahi ölçüyü her bölümde azaltmayı düşünmüştüm. Bu fikrimden caymış değilim ama yazılmamış bir üçüncü romandan söz ediyorum, ne çıkar şimdiden kestiremiyorum. Parodi meselesinde haklı olabilirsiniz. Kadın Düşkünü'nde daha görünür, daha sert bir sınıfsal ayrım vardı. Abartmak ve teşhir etmek hususunda daha rahat davrandım. Rita, değişen, kimileri zenginleşen bir eşraf çevresinde geçiyor. Yaşama biçimleri birbirlerine benzeyen insanlar bunlar. Daha dolambaçlı bir entrika kurmak istedim. 'San'at romanı' ifadesi ise bir ironi, bunun aşikâr sanıyorum. Mevcut kullanım biçimlerine, kendini tüketen bir narsizme ve tabii kendime ve meydan okuyuşuma yönelik bir gönderme bu...

Dönem romanı yazdığınız için soruyorum. 50'li yılların önemi nedir? CHP-DP/AP geriliminde gerek 14 Mayıs gerekse 27 Mayıs daima farklı biçimlerde anlatılır, DP'li yıllar hayatımızı nasıl etkiledi sizce?
-50'li yıllar, tek parti sultasından, padişahlık ve paşalık kurumunun dayatmalarından ilk sivil çıkış denemesidir. Halkın seçimidir. Fakat seçilenler de paşalık ve ağalık kurumunun başka yerlerinde eğitilmiş diğer elitler olduğundan, aynı zamanda siyasi yalanın, rüşvetin, dalaverenin, dikta eğilimlerinin de kışkırtıcısı olmuşlardır. Şu tarafı ilgi çekici mutlaka: DP, şehir ve köy arasındaki açığı kapatmak için kapitalist iktisadın en gözü dönmüş zengin destekçisi kadrolarına sahip olan, siyaseten komünizm düşmanı herkesle kolkola giren, dini siyasete alet etmek fiilinin başlatıcısı bir siyasal kültürün temsilcisidir. Öncesiz ve sonrasız değil elbet, Türkiye'nin neredeyse tamamını sağcı hale gelmesinde failler arayacaksak o döneme de bakmak gerekiyor. 14 Mayıs ile 27 Mayıs rekabetine odaklanmadan bakmak lazım üstelik.

Her iki romanda da karşımıza çıkan karakterlerden biri Kör İhsan...
- Ben Türkiye halkına giydirilmiş siyaseten sağcılıkla körlüğün temsilcisi olan bu adamı çok inanarak yarattım. Bakınca anlarsınız: Kör İhsan her iki romanda da küçük kıyametlere neden olan biri... "Kötüler kazanır" da diyebilirim, iyi de adam kör de diyebilirim. Bu açıdan bakıldığında roman kahramanına mesafeli durabilmeyi güçleştiren bir karakter, epeyce didişerek yazdım. -

Necip Bey ise bugüne yönelik bir gönderme sanki.
-Bu tür karşılaştırmalar yapmak istemem. Elbette yazdıklarımızı günün koşulları etkiliyor; yoktan, hiç bilmeden tahayyül etmiş değilim. Necip Bey, 'siyaset-üstü' bir adam benim için. Her şey oluyor, bitiyor ve sonra o gelip ne istiyorsa onu yapıyor. Bazen bir karikatür gibi algılansın bazen de "Var be böyle adamlar!" dedirtmek istedim. Böyle adamlar tanıdım, böyle adamları taklit eden adamları da tanıdım. Türkiye'yi kim yönetiyor diye düşünmemiz gerekiyor. Necip Bey, bu türden adamların ilkel bir örneği ve atası benim için...
Son soru anlatımınızla ilgili. Anlatıcıları nesnelerden seçmişsiniz...
-Nesneler anlatıcı olunca hikâyede fail olmayan birilerinin izlenimlerini izliyoruz. Herkes bize bir fotoğraf gösteriyor aslında. Yapmak istediğim özellikle düşkünlüğün kolektif bir portresini çıkarabilmekti. Böylesi bir anlatımda özellikle erkekler, çok sayıda olsalar da hepsi aynı şeyin peşindeler. İsimler değişiyor ama bütün erkekler para hırsıyla dolu, hepsi de ruh ve seviye bakımından düşkün. Arsız, şehvet ve hasetten aklı şaşmış insanlar. Bu kitapta kadınlıktan yana olduğumu açıkça ortaya koyuyorum. Erkeklik bu haliyle kadınlığın rahle-i tedrisatından geçirilecek ilkel canlılara tekabül ediyor. Kitapta bunu gösterdiğimi sanıyorum, yani lafını söyleyip eylemden kaçıyorsam, yuh olsun bana, kalemim kırılsın!

6 Mart 2003, Sabah

29 Mart 2010 Pazartesi

Mahalleye Rita Gelir


Aysel Sağır


Bazı anlatımları vardır ki, tanımladığınız anda öyle olmadığını, söz konusu tanımlamanın çok ötesinde olduğunu anında hatırlatır size. Okuduklarınızdan anladıklarınızı, yaptığınız çıkarsamaları bir yere koyamazsınız. Zira çok rafine bir durumla karşı karşıyasınızdır. Yani, karşınıza çıkan imgeler, tanık olduğunuz yaşamlar, sizin de içinde olduğunuz ya da bir iki kuşak öncesi en yakınlarınızdan bildiğiniz bir yaşamı tüm canlılığıyla sermiştir gözlerinizin önüne. Rita, böyle bir kitap. Kemal Safa Güntekin, Rita’da, 1950’lerin sosyal, kültürel atmosferine öyle bir dokunmuş ki, sözcüklerden bir görüntü yaratmış adeta. Rita’da tanıştığınız karakterleri takip edin göreceksiniz, karşınıza şeritler halinde akan film kareleri çıkacak. Başta Rita olmak üzere, tanıştığımız tüm erkek ve (özellikle) kadın karekterler bir dönemin (1955) Türkiye’sini betimlemekle kalmamış, tüm ‘modernizme’, yeni değerlerin günü kurtaran hafifliğine rağmen anlamakta güçlük çektiğimiz (kadın-erkek) bugünün insanını anlaşılır kılmış. Tabii, bir kültürel arka plan oluşturarak. Daha da ileri gidelim; elli-altmış yıllık arkeolojik bir çalışma yapmış yazar. Zira değerler karmaşası yaşayan bir toplum olarak, yarım yüzyıl önce başlayın süreci takip etmiş.Orta sınıf kadınlar ve halleriÇarpıcı bir anlatım tekniğiyle karşılaştığımız Rita’da, tüm karakterleri ve tanık olduğumuz olayları bir nesnenin bakışıyla izleriz. Aralarında neredeyse organik bir bağ olduğunu anladığımız kişileştirilmiş söz konusu nesnelerin, tanık olduğumuz yaşamlara karşılık gelen ironik, psikolojik, sosyal, kültürel araçlar olduğunu söylemeye gerek yok. Karanfilli Fayans Anlatıyor, Namık’ın Klarineti Ses Veriyor, Berber Efa’nın Aynası Söylüyor gibi kitapta yer alan her bir başlık, bir değerler dizgesine denk geliyor.Kayseri’de bir hamamda gördüğümüz asıl adı Cemile olan, Rita’yla birlikte, onun tüm işlerini üstlenen eski genelev çalışanı Akile ve Kayseri’nin (eşraftan), orta sınıf kadınlarıyla da tanışırız. Rita ve Akile’nin hayatını geriye gidişlerle takip ettiğimiz kitapta, tanıştığımız diğer kadınlar, Ayten, Şefika, Nezihe, Esme, Saniye ve diğerlerini de bazen zamansal geriye gidişlerle izleriz. Dar dünyalarının dışında gelişen her şeye öfke ve nefretle bakan, geleneksel, evliliği en üst statü olarak gören söz konusu kadınlar, mahellelerine yerleşen Rita’yla birlikte hareketlenmişlerdir. Zira Rita mahelleye yerleşeli kısa bir süre olmasına rağmen, ‘güzelliğiyle’ kendi kocaları da dahil, Kayseri’nin tüm ileri gelen erkeklerinin de gözdesidir. Yaşadığımız topluma özgü okuyucusunu kaynağında bir kadın dünyasıyla karşı karşıya getirdiğini söyleyebiliriz yazar için. ‘Namuslu’, ‘kötü yola düşmüş’ kadın tanımlamasının ardında yatan ekonomik-kültürel durum bir hayli hissettirmiş kendini. “Cemile, Doksan Üç Harbi’nde Gürcistan’dan kaçmış, hastalıklı, yaşlı bir babanın çocuğu olarak doğdu. Anası kıt akıllıydı... Cemile’nin evdeki babaya bakarak erkeklere saygısı kalmadı; annesine bakarak da sevgiye inancını yitirdi.”Mizahi bir dilin baskın olduğu kitapta, keskin ve trajik gerçekler daha bir belirginleşirken, kadın karakterlere karşılık gelen erkek karakterlerle, erkeklere özgü başka bir dünyayı da gözler önüne sermiş yazar. Diğer bir yandan da, Ermenilerin yerlerinden edildiği Kayseri’deki zenginliğin sosyolojisiyle birlikte, dönemin siyasi anlayışını, en üstten en altlara kadar devleti temsil edenlerin ellerindeki güçlerle yapıp ettiklerini, söz konusu karakter ve yaşamlarla içi içe geçirmiş. “Kâğıda geçirilmiş bir itiraf, zannettiğiniz gibi iyi sonuç vermez. Ne yazacaksınız? Şu şu evlerin tapu sicilleriyle oynanarak el değiştirmesini sağladık. Ermeni vakıf evlerini zimmetimize geçirdir. Tekyeboğazı ve Büyükçeşme sokaklarında bilmem kaç haneyi usulüne aykırı olarak yıktırdık. Devlet arazısıne kayıtlı iki büyük hanı ve Rum okulunu yola kattık. Tavukçu Mahallesi’nde Meryemana Kilisesi vakfına ait evleri, Ermeni ailelerine ait kırk dört hane tapuyu hile yoluyla hazineden aldık...”Güntekin, Orta Anadolu yaşamına odaklansa da kitabında, söz konusu coğrafyayı genişletmiş aslında. Her ne kadar Anadolu insanının erkek ve kadın davranışıyla ilgili verili, ‘masum’ yaşamlarına dalsak da kitapta, üst bir mekanizmayla (resmi ideoloji) bir hayli patolojik hale gelmiş örüntüler belirgin hale gelmiş.


19 Mart 2003 Radikal Kitap

2 Mart 2010 Salı

Kimlik Lütfen


Anjelik gülmekten kıpkırmızı geldi:
"Koko bil bakalım ne oldu?"
"Ne?"
"Kitapçıya girdim, Rita'yı istedim, ha dediler Ezel Akay'ın yazdığı kitap mı?"
"Komikmiş gerçekten."
"Her yerde çeşitli tevatürler dolaşıyor. Bir arkadaşım, Ezel Akay'ın Kadın Düşkünü'nü çok beğendiği için fotoğrafı yerine facebook'ta o kitabın kapağını kullanırken görmüş. Baktım, doğruydu."
"Eh, pek de iyi olmamış, düşünsene adının üstünde Kadın Düşkünü yazıyor."
Anjelik kızardı, ben bu halinden hiç hoşlanmadım.
"Sonra" dedi Anjelik, "Murat Belge'nin romanıymış diyenler de bir hayli çok."
"Esaslı komik. Bu yazar tahminciliği işi benim kitaplardan daha komik bir hal almaya başladı. Eh artık İletişim Yayınları'ndakileri sıradan geçirirler. Tanıl Bora'nın da Rita'yı yazdığını işittim. Ne isabet ama! Türk kadının üç hali: Muhafazakarlık, Milliyetçilik ve İslamcılık."
"İhsan Oktay'ın kendi kendini eleştirdiği yorumlarına ne diyeceksin?"
"İşte buna kızarım."
"Gürsel Korat yazmış diyenler de işitiliyor."
"Peh. Solak bir adamın, sağ elle yazması ne kadar mümkünse."
"Merak ediliyorsun Koko."
"Yazdıklarımı okumayan ama beni merak edenlere yuh. Hiç kimseye görünmeyeceğim."
"Vampir misin nesin?"
"Susalım, gün ışıyor."
"Koko beni korkutuyorsun."
"Korkma. Sana bir sır vereyim mi?"
"Ver."
"Benim kitabın yazarı kesinlikle Kemal Safa Güntekin'dir."
"Çok basit bir sır olmadı mı?"
"Bir düşün. Çok derin olduğunu anlarsın. Bana baktığında kimi görüyorsun, söyle."
"Patron, söylemesi ayıp ama, çorabın kaçmış."

1 Mart 2010 Pazartesi

Taşlamalar 4


EY OKUR!

Okumuyorsun ey okur!
Niteliksizi okumak okumadan sayılmaz.
Değeri geç bilensin. Oğuz Atay’ı mezara gömdükten sonra fark edensin.
Eleştirmenleri mezarlık bekçisi diyerek aşağılayan Sartre seni görse ne derdi, ben söylemek istemem ey okur.
Elbette her yazar sen okuyasın diye yazar ama olmayan bir şey için yazıldığı ne zaman görülmüştür?
Yine de yokluğunu unutup sen okumuyorsun diye bozuluyorum ey okur, senin yüzünden artık kitabımı basmayacaklar, yazacağım üç kitabın biri kalmıştı, üçün biri de senin olsun, ne yapayım ama artık sana yazmayayım diyorum ey okur.
Oğuz Atay, ben buradayım diye seslendi sana ama duymadın. Sen seslenmeyeni, göstereni tanıyorsun. Güzel diyemiyorsun, güzel denilene koşuyorsun. Sen bir gözsün ey okur, sen bir söz bile değilsin.
Ben de bir okurum ey okur, sen de bana söv de eşitlenelim.
Seni aşağılıyorum ey okur, okuma beni.
Nietzsche’yi hatırlıyorum ve ne zaman okur dense bir kırbaç düşünüyorum. Bu kırbacın sadece sapı var ey okur, havada sallıyorsun, oku der gibi bir ses çıkarıyor: Vu, vu, vu, oku!
Sonra da sapını havuç gibi yiyorsun.
Yani niyetin neyse ey okur, elinde onu buluyor, kendini o kültürün tavşanı sanıyorsun.
Ben bir eşeğim ey okur, yazarak eşeklik ettiğimi bilmem, gerçeği değiştirmiyor.
Bunu dünyanın tüm ezilmiş, sessizlik fesadında yok edilmiş yazarlarının çığlığı olarak sesliyorum ey okur ama boşuna miyavladığımın farkındayım.
Senin kulağın mühürlü, gözlerin buhurludur.
Yoluma çıkma diyeceğim ama galiba gerçekten çıkacağın yok.
Unutma, canı yanmış bütün yazarların senin üstüne salınmış bir ahı vardır.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Taşlamalar 3




AYŞE HANIM'IN RETRO DEDİĞİ


Ayşe Düzkan hanım, 7 Ağustos tarihli Star Kitap ekinde benim kitabımı değerlendirmiş ve "bu bir retrodur" demiş.Şaştım doğrusu. Çünkü retro bir şeyin aynısını yapmaya ve aynısı olduğunu iddia etmeye dayanır. Ben aynısını yazmadım, alay ettim, parodi yaptım diye kaç kere belirteceğim? Kadın Düşkünü nasıl retro oluyor, anlamadım.Düzkan'ın yazısında hayret ettiğim bir şey olmasa bu yanıtı vermeyecektim.Ayşe Düzkan, eli satırlı tosuncukların ve Hrant'ı vuranların artık bu milli romanlardan beslenmediğini, bu romanların unutulduğunu yazmış.Bu ne türden bir bilme hali, anlamadım.Kardeşçağızım kaldır bir başını da etrafına bak: Adamlar M.Necati Sepetçioğlu'nu, Tarık Buğra'yı, Kemal Tahir'in "devletçi" romanlarını, Ömer Seyfettin'i, Hekimoğlu İsmail'i, Abdullah Ziya Kozanoğlu'nu, Feridun Fazıl Tülbentçi'yi, Nihal Atsız'ı aziz katına çıkardılar! O romanlardan daha ne kadar kan devşirecekler? Hrant'ı vuran tosuncuklar o canilik romanlarını okumakla kalmayıp, bir de okuduklarını gerçek sanıyorsa, bunun parodisini yapmayacağım da neyin parodisini yapacağım ben?Şehbenderzade gibi bir iki alık herif artık okunmuyor diye milli roman çığırı bitti mi sanıyorsunuz? Milli Eğitim Bakanlığı'nın ilk ve ortaöğretim için belirlediği 100 Temel Eser listesine bakarsanız, çocukların neyle "beslendiğini" görürsünüz.Bugüne kadar en çok "milli romanların" okunduğunu biliyor muydunuz?Hem de devlet kanonunun tanıdığı ve beslediği bir tür olarak!

Taşlamalar 2


UZUN İHSAN'IN GUGUKLU SAATİ

1 Haziran 2009 tarihli 41. sayılı Zaman Kitap Eki'nde İhsan Oktay Anar'la röportaj yapılmış, ayrıca Elif Şafak'tan, Gürsel Korat'tan ve Handan İnci'den birer soru alınarak Anar'a sorulmuş.
Handan İnci, Gürsel Korat'ın Bilgi Üniversitesinde 25 Nisan 2009'da yapılan İhsan Oktay Anar sempozyumundaki konuşmasını hatırlayarak, şöyle bir soru yöneltmiş:
"Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda Anar'ın romanlarında kadınlara yer verilmediği söylendi ve onun için 'kadınsız romancı' ifadesi kullanıldı. Gerçekten de Anar'ın romanlarında başlı başına hikayesi olan kadınlara rastlamayız. Beş romanda da tekrarlanan bu durumun bir nedeni var mı?"
Şöyle de bir yanıt almış:
"Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok."
Arkadaş lafı kondurmuş. Fakat yazarları değil, tribündeki seyircileri heyecanlandıracak bir cevap bulmuş.
Vakit varken Anar, edebiyatta kadından söz etmemenin, kadınsızlığın, guguklu saatsizlik gibi bir şey olduğu cevabını bir kere daha düşünmeli. Yazar, insan dışında edebi yapıtında bulunmayan şeylerden ötürü sorgulanmaz. Biri çıkıp "bu yazarın kitabında hiç guguklu saat yok" demiş gibi davranmak hiç de edepli bir davranış değil.
Evet böyle bir cevaptan sonra, "İhsan Oktay Anar'da kadın yok" önermesinin ötesine geçmek lazım: İhsan Oktay Anar kadınları yazamıyor. Artık bundan eminim.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Taşlamalar 1



Bir Aleph Shafagh çevirisi olarak: “The Love”

Elif Şafak'ın Aşk adlı romanında, tarihi karakter olarak Şems'le, günümüzde onun izdüşümü olan ve ona burnundan düşmüş gibi benzeyen Aziz Zahara, dünyanın pek çok yerinde dolaşan, "bohem, idealist, radikal, entelektüel, biseksüel, solcu, özgürlükçü, yeşil-anarşist, çokkültürlülük yanlısı, azınlık ve insan hakları savunucusu, ekofeminist Margot'nun sevgilisi"dir. Onunla birlikte esrar çeker, Hollanda'da yaşar, derken kendini fotoğrafçılığa vurup "galiba maddiyatçı" olduğu için çıkarının peşinde dolanır, Sahra Çölü'nde Bedevilerin arasında kalır, sufi olur. Onları kendi çıkarına kullanacağını sanırken, içinde çıkar duygusunun da, "ben" diye bir şeyin de kalmadığını anlar.

Benliğin kalmaması iyi bir şeymiş gibi neden yazarlar, neden böyle bir şeyi ciddi ciddi önerirler, hem de romanda, anlaşılır değildir ya, bu Aziz de kimmiş merakımızı çekmez değil, çeker: Onu da öğreniriz. Onun yaptıklarını bir İranlının yapamayacağını sezmişizdir ama içimizden bir neden olmasın sözü de geçer. Fakat beyazın da beyazı vardır, anlamamız gerekirdi. Adamımız İskoçyalı, Craig Richardson adında bir beyaz adamdır! Meğer Müslüman olup Aziz Z. Zahara adını almıştır.

Bir de "Oryantalizm nedir" diye sormuyorlar mı? Ben bu kadar acayip ve bu kadar sıradan olduğu halde, bu kadar edebiyatmış gibi davranan bir aymazlık görmedim. Kartondan yapılmış karakterler diyeceğim ama, çizgi filmlere ayıp olur diye böyle diyemiyorum.

Türkiye edebiyatında insanların vasatlığı bu kadar göklere çıkarmasından ne anlamalıyız? Vasatlık genel beğeni biçimi haline gelmekte midir? Yoksa gelmiştir de benim mi hiç haberim olmamıştır?

13 Şubat 2010 Cumartesi

12 Şubat 2010 Cuma

Memleket Romanı Nasıl Yazılır?


A. ÖMER TÜRKEŞ


RADİKAL KİTAP / 17/07/2009


Mizah duygusu yüksek türlü entrika ile akıp giden 'Kadın Düşkünü', memleket romanlarından beklenen, 'içinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat' fikriyatının temellerini cinselliği doğallaştırarak dinamitlemiş.

Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde başlayıp Söke ovasına uzanan Kadın Düşkünü, barındırdığı mizahı ve neşeyi daha ilk baştan, kapak tasarımıyla dışa vuruyor. Kitabın altbaşlığındaki Memleket Romanı vurgusu yeni nesiller için anlaşılmaz olabilir. Bu nedenle romandan önce memleket romancılığı ve Kadın Düşkünü‘nün meselesi üzerinde durmak istiyorum. Kitabın başındaki yazar tanıtımında Kemal Safa Güntekin’in 60’lı yıllarda doğduğu, önceki roman ve inceleme kitaplarını mahlas kullanarak yayımladığı belirtilmiş. Bir de kısa eklenti var; “çift kişilikli olduğuna inanıyor”!.. Romanı okurken kişilik sayısının ikiden fazla olma ihtimalinde kuşkulanabilirsiniz. Parodik ‘bir’ yazarın ürünü olan Kadın Düşkünü, edebiyat tarihimize göndermelerle dolu parodik bir roman. Peki neyin parodisi? Yazara ilham veren düşünceyi, romanın girişindeki alıntıdan öğreniyoruz; “Roman, bir vasıtadır. Roman, idealini milli hislarin menbaından almalıdır. Böyle bir roman, okuyucusunu vatan sevgisile ve Türklüğe yaraşır bir vakarla doldurur, her Türk çocuğunu da eğilmez baş olarak yüceleceği fikriyata sevk eder. İçinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat! İşte roman denince ne anladığımızın tarifi.” (Ş. Şiremenlioğlu, Dil ve Edebiyat Meselelerimiz, 1944) Şaka gibi, ama çok ciddi. Gerçekten de Cumhuriyetin ilk yıllarında, ardından Milli Şef döneminde edebiyatla siyaset arasında böyle bir ilişki kurulmak istenmişti. Başta Yakup Kadri, Burhan Belge, Falih Rıfkı Atay olmak üzere Cumhuriyet elitinin edebiyat ve sanatla ilgilenenlerinin yazılarında açıkça ortaya konduğu gibi edebiyattan beklenen ‘dava’ya hizmetten başka bir şey değildi. Kısacası ‘Memleket Romanlar’ydı talep edilen. Aslında böyle bir roman türü 20. yüzyılın başlarında Refik Halid Karay’ın Memleket Hikâyeleri, Halide Edip’in Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı ya da Anadolu Notları adlı seyahat anılarıyla filizlenmeye başlamıştı. İstanbul dışına çıkmayı, memleketi tanımayı, memleket sorunlarını kavramayı amaçlayan ilk dönem yazarlarının memleket gezisi kısa sürdü. Cumhuriyet’in vaaz ettikleriyle gerçekleştirdikleri arasındaki makas açıldıkça, ‘yüksek edebiyat’ı gözü kapalı bir vazife aşkıyla ideolojik hizmete koşmak elbette mümkün olmayacaktı. Bu durumda Cumhuriyet ideolojisini toplumsal bilincin en derinlerine kadar işlemek fikriyatı -aydınlanmacı düşüncenin yüksek sanat ideallerine uygun düşmemekle birlikte- populer romanlarla sınırlı kaldı. Özellikle aşk romanlarıyla. Cumhuriyet kuşağına düşünce ve davranış kalıplarını belletmeyi, hatta sevme biçimlerini öğretmeyi üstlenen popüler aşk romanlarında da zaman zaman Anadoluya doğru bir hareketlenme görülür. Ancak seyehatler zenginlerin çiftlik evlerinde noktalanacak, ön plana daime temiz aşklar çıkacaktır. Aydınlanmacı düşüncenin ideallerinden uzaklaşarak romantik bir nostaljiyi barındıran bu tarz romanlarda yazarlar halktan yana dururlar ama aslında seçkinci ve aydınlatıcıdırlar. Çünkü, onlara göre, hayatın gerçeklerini gösterebilmek için; doğruları bilen, yanlışları gören ve yargılayan, gündelik yaşamın gerisindeki gizemi anlayan ve anlatmayı görev bilen yazarlar gereklidir. Ne yazık ki yaşamın gerisindeki gizem aşkla sınırlı kalmış, toplumsal sorunlara, yoksulluğa, solculara, muhaliflere, Kürtler’e ve dini kesime ilişkin baskılara ve cinselliğe hiç yer verilmemiştir.

Germencik’te bir çiftlikKemal Safa Güntekin, ‘memleket romanı’ akımından ilham alarak yola çıkmış. Niyeti bu akımın parodisini yapmak. Daha doğrusu bu tarz romanları baş aşağı çevirip ayakları üzerine oturtmak. Eğer vatanın ve milletin yüce ideallerinden değil bireylerden yola çıkılarak gerçekçi bir anlayışla yaklaşılsaydı ‘memleket romanları’ nasıl yazılırdı? Kadın Düşkünü, işte bu sorunun yanıtını vermiş.Zonguldak’ın Kozlu ilçesinden Bayram, hayat dolu, güçlü kuvvetli, uyanık ve çapkın bir genç. Askerlik çağına gelmiş ama askere gitmeye hiç niyetli değil. Etrafını saran çemberlerden Muallim Fikret Bey’in yardımıyla kaçıp Germencik’te Çolakzadeler’in çiftliğinin kahyalığını yapan Kamil’in yanına sığınıyor. Çiftliğin sahibi Emin Nail Çolakzade, Milli Mücadele’ye katılmış, Cumhuriyet ideolojisini her yönüyle sahiplenmiş, Batılı değerlere açık bir bey. Oğlu Cumhur’u da bu ideallere göre yetiştirmek için Avrupa’ya tahsile göndermiş. Ancak toprakları daha fenni yollardan işlemek gayesiyle Fransa’ya ziraat okumaya giden Cumhur’un niyeti ise adaletsizliklere karşı mücadele etmek için hukuk tahsiline geçmek. Emin Beyin üç kızı Vecihe, İsmet ve Nermin de çiftlikte yaşamalarına rağmen Batılı eğitim almış modern genç kızlar. Emin Bey’in karşısında sırtını Demokrat Parti’ye yaslamış toprak sahipliğinin geleneksel kolunu temsil eden Mehmed Asaf yer alıyor. Yaşı geçkin Mehmed Asaf bir yandan DP’nin tarım kesimine dağıttığı kredileri kapmak diğer yandan Emin Bey’in kızı İsmet’i alarak Germencik ovasının tek hakimi olmak niyetinde. Emin Bey ailesi tarafından sert bir biçimde red edilmesi, Kötü Ağa Mehmed Asaf’ın dedikoduya dayalı kirli bir savaş başlatmasına neden oluyor. Özel alanda sürdürülen bu savaşta en büyük koz cinsellik. Ve kadınlara olan zaafıyla Bayram bu savaşta kilit noktası... Her memleket romanının daimi kadrolu elemanı idealist aydın tipini Bakanlık başmüfettişi Mükremin Bey ve kızı Ayşe çok iyi dolduruyor. Mizah duygusu yüksek türlü entrika ile akıp giden Kadın Düşkünü, memleket romanlarından beklenen -“içinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat”- fikriyatının temellerini cinselliği doğallaştırarak dinamitlemiş. Kemal Safa Güntekin, Orhan Kemal’in Hanımın Çiftliği romanına da selam ederek, kadın erkek ilişkilerinde temel dürtünün cinsellik olduğunu sevimli bir dille işlemiş. Üstelik kadınların hiç de pasif olmadığı tarzda, gündelik dilin içinde erimiş sözcüklerle doğallaşmış bir cinsellik. Cinselliği doğallığından koparan yegane roman kişisi -Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi romanındaki Meftun tipini hatırlatan- Cumhur. Hüseyin Rahmi cinsel özgürlüğü yanlış batılılaşmanın sonucu olarak göstermişti. Kadın Düşkünü’nde Cumhur’un yanlış batılılaşması cinsel isteklerini bastırmasında çıkmış ortaya. Neyse ki Bayram sayesinde Cumhur’un ufku da açılacak ve aşkın platonik hallerine saplanıp kalmışlıktan kurtulacaktır.Romanda yer alan her şahıs olup bitenleri kendi bakış açısıyla aktarıyor. Böylece algı, duygu, düşünce farklılıkları, ön yargılar, kişisel husumetler ve ortaya dökülmemiş sırlarla karşılaşıyoruz. Kötü ağa Mehmed Asaf’la iyi toprak sahibi Emin Nail’in servetlerinin kaynağının birbirinden farksız olduğunu, Rum ve Ermeni mallarının yağmalandığını, devlet arazilerinin toprak sahiplerine nasıl peşkeş çekildiğini, Teşkilat-ı Mahsusa kalıntılarının varlıklarını hala koruduğunu, zenginin köylüye bakışındaki aşağılamayı, ötekine düşman muhafazakarlığı -vb. konuları- roman kişilerinin ağzından dinliyoruz. Kemal Safa Güntekin, çifte kişiliğinin faydasını burada görmüş; hem çok çok derinleştirmeden ciddi meselelere açıyor hikâyesini hem de mizah yanını hiç boş bırakmıyor. Kadın Düşkünü, bu yaz sıcaklarında iyi vakit geçirtecek güzel hikâye edilmiş sevimli bir roman parodisi.

2 Şubat 2010 Salı

Kadın Düşkünü Hakkında


Kadın Düşkünü ismi ve tercih edilen kapak resmi düşünülünce eski romanları çağrıştıran bir yönü var.

Her şeyine güldüğümüz bir romanı severiz. Ne güzel düşünülmüş densin, bak eskiye benzetilmiş, kapak o zamanlarki gibi, ad zaten başka şeyler fısıldıyor, içerik o zaman yazılamayacak şeylerle dolu! Sanki ellilerde yazılmış, hatta basılmış fakat bir şekilde dağıtılamamış bir roman aramıza gelmiş gibi olsun. Annemizin ve babamızın çocukluğuna ait resimleri ve hatta sesli filmlerini bulmak gibi bir şey bu. Kahkaha attırır.

Bayram ve Cumhur, romanda öne çıkan iki ayrı karakter. Biri Perhizciliği diğeri karnavalesk halk adamlarını çağrıştırdı bana. Yanılıyor muyum?

Evet, küçük bir ironi bu... Bayram, karnavalı, yığınsal edepsizliği, Dionisos’u, beden hazzı çağrıştırsın istedim. Cumhur da tam aksine yığınsal edep, düşünsellik ve Apollon’u hatırlatmalıydı. Bilirsiniz, edeb ve edebiyat ilişkisini. Romanda bu karşıtlığı yer yer kullandım.

Kadın Düşkünü nasıl bir toplum resmi çiziyor? Romanda tek bir solcu göremiyoruz örneğin, biri var o da tutuklanıyor zaten…

Toplumun solla molla ilgisi yok. Baştan beri bu böyle. En fazla yığınsallaştığı dönem benim gençliğimdir, onda da analarımız babalarımız “12 Eylül geldi de çocuklarımızı hapsetti, öleceklerdi çok şükür” diyerek bayram etti. Nazım hapse girdiğinde, açlık grevi yaptığında, hangi yığınların onu desteklediğini görürüz. Bizde yığınlar Tan Matbaası’nı yakmak, 6-7 Eylül’de Rumların mallarını yağmalamak için hazırdır. Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden ona hiçbir gam kasavet gelmez, gebersin der. Komik olan da budur, bu toplumda yöneticiler sürekli olarak olmayan bir solla savaşmış, her türlü kötülüğü komünizme, sola mal ederek ilginç bir biçimde dünyada benzeri olmadığını sandığım sınıfsız, sınırsız, kaynaşmış bir kütle olarak kök faşizmi tabandan tavana inşa etmişlerdir. Bu da şüphesiz çok gülünecek epeyce malzeme içerir.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Klarnet Sesli Bir Milli Roman Parodisi


Tuhaf isimli bir kitap gözünüze çarpmış olabilir. Eskiyi çağrıştıran, özellikle epritilmiş bir kapak da cabası. Orhan Safa Güntekin imzasıyla İletişim Yayınlarından Kadın Düşkünü adlı bir roman çıktı. Gerek yazar ismi gerekse kapağa iliştirilmiş “Memleket Romanı” ibaresi, edebiyat tarihimiz kadar eğitim yoluyla bizlere de etki eden “Milli Roman” akımıyla didişildiğini gösteriyor kitapta. Her ne kadar bu yönüyle öne çıksa da Kadın Düşkünü’nü sadece bir milli roman parodisi değil. Oldukça eğlenceli, kimi zaman bir vodvil havası taşıyan hızlı bir anlatı. Kitabın yazarı Güntekin ile edebiyat ve siyaset ekseninde romanını konuştuk.

İsminiz bir mahlası çağrıştırıyor, yoksa edebiyatsever bir aileden mi geliyorsunuz?

Edebiyatçı bir aileden gelmiyorum. Okumaktan sempatiyle söz eden ama okumuşa deli gözüyle bakan bir mahallede büyüdüm. Annem, her kitabı elime aldığımda “gözün bozulacak oğlum” derdi. Evet, takma ad kullanıyorum. Oscar Wilde gibi söylersek, yazar sadece yazısını değil benliğini, eylemlerini ve hatta bana kalırsa adını bile kurgular. Gerçek adıyla tanınmak isteyenlerin mahalledeki berber ve kasap tarafından tanınmak istediğini yazıyor Umberto Eco. Benim bu ismi seçerek nasıl bir şeye yöneldiğim belli oluyor. Umarım oluyordur.

Kapaktaki memleket romanı tanımlaması, içerdeki epigraf ister istemez milli roman kavramsallaştırmasını mesele ettiğinizi gösteriyor.

Seçtiğim takma addan başlayarak bu böyle. Türkiye’nin kuruluşu, kutsal ailesi, vaftizi, arındırılması ne varsa hepsi bu milli roman çığırının açtığı derin çukurda şekillendi. Hani bitmeyen inşaatlar vardır ya açılan çukura yağmur dolar, kurbağalar vıraklar… Mahallenin bebeleri bir girsek bir yüzsek diye dolanırlar. Bekçi de kovalar onları… Ben bu çukurda milliyetçiliğin ve düşmanlığın yarattığı kan gölünü de görüyorum. İçimde kaçınılmaz bir alay etme arzusu doğuyor. Madem öyle bir de Memleket Romanı yazayım da Milli Roman denen alengirli iddianın yapmadığı şeyi yapayım dedim. O zaman yaşasam böyle yazardım diye, bu o zamanki romanda eksikti diye…

O zaman şunu sorayım: Tanzimat’tan bu yana özellikle romancılığımızın ilk elli yılında eyleme, tek etkiye ve üst anlatıcıya dayalı bir üslup hâkim. Kadın Düşkünü’nde benzerlikler de var, özellikle uzak durulan bir anlatım da göze çarpıyor. Meseleyi biraz da bu bağlamda tartışalım istedim.

Milli Edebiyatımızda ben anlatıcı başladı mı günlük yazar, her şeyi Tanrı yazarın istediği şekilde söyler. Tanrı anlatıcı da her şeyi dışarıdan gözler, her şeyi Tanrı gibi bilir. Bireylerin iç dünyası yoktur, olsa ne gam, o iç dünya da resmi ideolojinin tekrarıdır. Yararsız bir böbürlenme, “biz biz” deyip duran birtakım adamlar, aşağılanan kadın cinselliği, şu bu. Oysa memlekette-sokakta işler böyle değil, herkes herkese sunturlu küfür savuruyor, aksırıyor, tıksırıyor... İç dünyası var tabii ki insanların ve orada çeşitli fırtınalar dönüyor. Herkes her an Büyük Türk olarak yaşamıyor, basitlikler yapıyor, gözü katakulliye kayıyor, kolayına kaçıyor, onun bunun ırzına göz dikiyor, camiye gidiyor bunların kötü olduğunu dinliyor, sonra çıkıp içiyor falan. O romanlardaki Türkler nerde bilmiyorum ben. İlk iş olarak bunu parçaladım, ne kadar karakter varsa kendini anlattı. Ben anlatıcıyı kullandım ama resmi ideolojinin hık deyicisi olmak için değil.

Romandaki herkes ucundan kıyısından cinsellikten bahsediyor. Bu denli cinsellik merkezli bir toplum olduğumuz söylenebilir mi?

Bana dediler ki Kadın Düşkünü diye kitap adı olur mu? İkincisini de yazdım, onun da adı Erkek Düşkünü. Aklı fikri “orasında” olmanın biyolojik bakımdan bir küçültücülüğü yok. Yani bırakın toplumu insanlık olarak böyleyiz gibime geliyor. Sadece toplumlar ve insanlar zihinsel gelişmişlik derecelerine göre cinsellik konusunda değişik tepkiler gösteriyorlar. Cinselliğe kafayı takan bir toplum olmasak, türbanı, eteği, evlenmeyi, boşanmayı, bağlılığı ve ihaneti bu kadar diline dolayan bir toplum olabilir miydik? Cinsellik bizde hem kafaya takılı kalmış, hem de erkekler lehine sözüm ona çözümler üretilmiştir. Başörtüsünün tartışıldığı bir programda İslamcı yazar Sadık Albayrak “Beni kadının kulak memesi heyecanlandırır” diyebiliyor. İşte saygın bir yazar dede, Hüseyin Üzmez; ne saygın ama 14 yaşında bir kızı iğfal ediyor! Cinsellik konusunda bu kadar tutucu fetvalar yağdıranlar böyle olduktan sonra, başka kimin kafasında cinsellik yok diyebiliriz ve bundan niye sakınırız ki? Cinselliği düşünmeyi lanetleyen tutuculuğu lanetlemek istiyorum. Başkalarının zararına, kendi yararına bir cinsel haydutluğu alkışlayan herkese de lanet ediyorum. Kendisi ve başkaları için sevgi dolu bir cinsellik, şaka, mutluluk. İşte kaybettiğimiz cennet.

Son soru: Kadın Düşkünü için iyimser bir roman diyebilir miyiz?

Bir yerde klarnet sesi duysam yüzüme bir gülümseme oturur. Her satırında bir klarnet sesi olsun istedim. Bu kadar kötülük içinde gülmeye hakkımız var: İyimserlik, zor günlerin şeytan kovma duasıdır. Kime bilmem ama toplumun böylesi dilekleri zaman içinde kabul ettiğine dair ümitler olmadan yaşam acılaşıyor.

Ölmez de Sağ Kalırsak...


Romanınızı mahlas bir adla yayımladınız! Neden?

Edebiyatta anlatılandan çok yazarın kimliği, nasıl yazdığı, neyle yazdığı, nasıl çalıştığı, neyi sevip sevmediği daha önemli hale geldi. Yazarların isimlerini de çok önemsediğini düşünüyorum. Aslolan hikâyedir ve bunu unutuyoruz. Şöyle de söyleyip bir parça muamma katayım işe: okunmak istediğim için tanınmak istemiyorum.

Biyografinizden başka mahlaslar kullanarak kitaplar yazdığınızı anlıyoruz. Kendi adınızı kullanmaktan neden sakınıyorsunuz?

Sakındığım şey ismim ya da yazdıklarımın içeriği değil. Size şöyle söyleyeyim: Gerçek adımla yazdığımda “Vay, şu kadına -belki de adama- bak, gemi azıya almış” diyecekler ve ne yazdığımdan çok benimle ilgilenecekler. Bunu istemiyorum. Oyunbazlık üstüne epeyce konuşabilirim veya Japon ressamlarından söz edebilirim. Bir şehirde yeterince ünlü olduklarını hissettiklerinde, başka bir şehre göçer ve o şehirde yeni bir isim ve üslupla yeniden çalışmaya başlarlarmış. Ben kenarda durmayı, hiç yokmuş gibi o sokaklarda gezmeyi yeğliyorum. Sokaklarda gezerken fotoğrafımın çekilmesini isteseydim mahlas kullanmazdım.

Ama gerçek adınızla yazdığınız kitaplar da vardır, değil mi?

Bu isim meselesinin üzerinde durmayalım derim. Yazarken mutlu oluyorum, başka türlü bir hayat bilmiyorum. Kitaplarımı yayınlayanlar var, bazen okurlarımla karşılaşıyorum. Güzel şeyler duyuyorum, bu da hoşuma gidiyor ve bana yetiyor. Gerçekte kim olduğum çok da mühim değil. Yayınevindeki editör arkadaşlara kim olduğumuzu sorup, tahminlerde bulunuyorlarmış. Oyunbazlığı paylaşmak adına bu güzeldir ama sadece o kadar… Kim olduğum haber değeri taşıyabilir ama bu benim dışımda gelişiyor.

Mahlasınız Yaşar Kemal, Peyami Safa ve Reşat Nuri Güntekin gibi büyük yazarların soyadlarının toplamı mı? Eğer öyleyse, onların hikâyelerinin izinden gidilerek mi oluştu bu roman?

Kemal Tahir’i unutmayalım. Orhan Kemal de aklımızdan çıkmasın. Takdir edersiniz ki bu da parodinin bir parçası. Tek tek isimlerin izinden gittiğimi söylemek yanlış olur. Bir toplamdan, bir tortudan söz edebilirim. Hepimizin büyürken okuduğu belki okumak zorunda kaldığı roman ve hikâyeler gibi konuşan ama onlar gibi söylemeyen bir tersine çevirme yapmak istedim. Kapak resminden içeriğine kadar böyle bir izden gidildi demek daha doğru olur.

Kitabın kapağında ‘memleket romanı’, arka tanıtımında da ‘milli roman parodisi’ deniyor. Günümüzde hala memleketin hali pür melali milli romanda mı tezahür ediyor?

Milli roman adı altında yazılanları masum bulmadığım için onlara karşı bir parodi yazdım. Milli roman yazan Peyami Safa, Necati Sepetçioğlu, Halide Edip gibi yazarların bazı romanlarına dayanamayıp, olsa olsa bunları reddetmek için memleket romanı yazılır diyerek böyle bir adlandırma seçtim. Yani memleket romanı yakıştırması ve tavrı bana ait, öncesi yok. “Memlekette neler oldu-oluyor” sorusuna cevap. Bana kalırsa milli romanda bireylerin iç dünyası yoktur, olsa ne gam, o iç dünya da resmi ideolojinin tekrarıdır. Yararsız bir böbürlenme, “biz biz” deyip duran birtakım adamlar, aşağılanan kadın cinselliği, şu bu. Oysa memlekette-sokakta işler böyle değil, herkes herkese sunturlu küfür savuruyor, aksırıyor, tıksırıyor...

Bir de tabii, romanda yurdum insanının cinselliğe (haliyle kadın düşkünlüğüne) olan ilgi ve alakası fazlaca gündeme geliyor… Roman 50’lı yıllarda geçse de pek çok konu günümüzle bağdaşıyor… Cinselliği de buna dâhil edebilir miyiz? Gayelerinizden biri de bu muydu?

Cinsellik odaklı bir hayat sürdürüyoruz. Çok konuşuyoruz bu meseleyi, dönüp dolaşıp lafı buraya bağlıyoruz. Edebiyatın edeb’ten gelen kökenini hesap ederek bir yandan da Kadın Düşkünü diye roman ismi olur mu diye düşünebiliyoruz. Bilerek seçilmiş bir isim bu, erotik roman yazdığımı sananlar olabilir, yanılmasınlar. Romandaki herkes bir biçimde bu ortak paydayı iğdiş ediyor.

Bundan sonra bu mahlasla yeni bir şeyler yazacak mısınız? Okurlar bu adı takip etsinler mi?

Ben aslında bir üçleme düşünmüştüm. Henüz ilkini yazdım anlayacağınız, ikinci kitap Erkek Düşkünü, sonuncusu Düşkünler adını taşıyacak. Demokrat Parti dönemini anlattığım için üçleme 27 Mayıs ile birlikte sona erecek. Ölmez de sağ kalırsak bu iki yeni roman için söz verebilirim.

15 Ocak 2010 Cuma

Kapak ve Arka Kapak


Samsunlu Rita, Kayseri’de sahneye çıktığında, hayır, şehre adım attığında kıyametin kopacağını, tesadüfün şuursuz rüzgârıyla hayatının değişeceğini nereden bilebilirdi. Kabadayı Ali Osman, Kayseri Cezaevi’ne girince, onun arkasından taa Ankara’dan Kayseri’ye gelen Rita, Pavyoncu Nuri’nin açtığı Elhamra’da çalışmaya başlamıştı. Hayat işte! Yanında can yoldaşı ve sırdaşı Akile’yle kimlerin ilgisini çekmemiş, hangi memur, amir, tüccar ve esnafın aklına düşmemişti ki…

Şişman ve kıranta tüccarlar Hasanâ ile Ademâ, ağzı sıkı, ırzına sağlam Bekirâ, muharrir ve avukat Mahmudâ, polis katili zavallı Serkis, Terzi Şefika’nın makası, yalan bilmez aynalar, tokat yiyen çocuklar, cızırdayan kalem, siyah gözlük, ağlayan şamdan, gülen fayans, parazitli radyo, nemrut kolye, delibozuk Şöför Fuat, klarinetiyle Erkek Namık, iç sızlatan Murat Bey… Konuşan, akleden, çekişen, kavgaya tutuşan mahalleli güçlü kadınlar… Kimi karakterleri daha önceden, Kadın Düşkünü’nden tanımıştık: Söze gerek yok, ceset sükûtuyla emreden Necip Bey yine karşımızda! Namuslu Müfettiş Mükremin Bey de. Fakat asıl, siyasi riyanın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, haysiyetli olmayı bilen telaşsız hilenin simgesi, pehlivanı ve kahramanı Kör İhsan da burada… Hepsi bu entrika dolu kıyametin oyuncuları…

Kemal Safa Güntekin, Düşkünler üçlemesinin ikinci kitabında 1955 yılını resmediyor. Yaşananları, hem de nesnelerin ağzından, usta bir dille aktarıyor.

Rita, ağır bir Orta Anadolu trajedisini, hayata hükmeden bir alçaklık hikâyesini “Hey Allahım bu insanlar hiç mi doymazlar” tadında anlatıyor. Güntekin, muhalif kahkahasını yine hissettiriyor…


ARKA KAPAK YAZISI

9 Ocak 2010 Cumartesi

RİTA


Yardımcım Anjelik hışımla geldi, onu gördüğünü haykıra haykıra söyledi.
Kimi görmüş, sordum.
Rita'yı gördüğünü söyledi. Yakında çıkacak olan benim romanımın kahramanını sokakta yürürken görmüş. Anlattığına göre Rita adındaki bu kadın, benim Erkek Düşkünü adında bir roman yayımlamamı istemediğini, bana göz süzdüğünü, benimle burada anlatamayacağım birtakım haltlar karıştırdıktan sonra kitabın ve kitaba konu olan kahramanın adını değiştirttiğini söylemiş.
Arkadaşım Koray'a, anlatılan şahsın eşkâlini çizdirdik, doğrusu bu oydu.
Yapacağım bir şey kalmadı, Rita romanımdan firar etti ve daha yayımlamadığım romanın konusunu sağda solda anlatmaya başladı.
Anjelik'in bana bakışları da değişti bu arada, "Sen neymişsin, yere bakan yürek yakan?" diyor.
Ben de "Kızım asıl sen Rita denen namussuza bak" bir diyerek onu başımdan savıyorum.
Üzüntüm büyük, çünkü artık Rita yalnız benim hayalimde değil. O yalnız benim hayalim olmaktan çıkıp, kamunun hayaline dönüşmek istedi, yolunu çizdi.
Her roman karakteri işte böyle yazarını ezer ve gider. Yazara, kendi çöplüğünde deşinip bilinmeyen bir hayali daha aramak kalır.
Bakın şu Rita'ya, onu düşüncemde taşırken ne kadar mutlu olduğumu söylemekte haksız mıyım?