24 Şubat 2010 Çarşamba

Taşlamalar 3




AYŞE HANIM'IN RETRO DEDİĞİ


Ayşe Düzkan hanım, 7 Ağustos tarihli Star Kitap ekinde benim kitabımı değerlendirmiş ve "bu bir retrodur" demiş.Şaştım doğrusu. Çünkü retro bir şeyin aynısını yapmaya ve aynısı olduğunu iddia etmeye dayanır. Ben aynısını yazmadım, alay ettim, parodi yaptım diye kaç kere belirteceğim? Kadın Düşkünü nasıl retro oluyor, anlamadım.Düzkan'ın yazısında hayret ettiğim bir şey olmasa bu yanıtı vermeyecektim.Ayşe Düzkan, eli satırlı tosuncukların ve Hrant'ı vuranların artık bu milli romanlardan beslenmediğini, bu romanların unutulduğunu yazmış.Bu ne türden bir bilme hali, anlamadım.Kardeşçağızım kaldır bir başını da etrafına bak: Adamlar M.Necati Sepetçioğlu'nu, Tarık Buğra'yı, Kemal Tahir'in "devletçi" romanlarını, Ömer Seyfettin'i, Hekimoğlu İsmail'i, Abdullah Ziya Kozanoğlu'nu, Feridun Fazıl Tülbentçi'yi, Nihal Atsız'ı aziz katına çıkardılar! O romanlardan daha ne kadar kan devşirecekler? Hrant'ı vuran tosuncuklar o canilik romanlarını okumakla kalmayıp, bir de okuduklarını gerçek sanıyorsa, bunun parodisini yapmayacağım da neyin parodisini yapacağım ben?Şehbenderzade gibi bir iki alık herif artık okunmuyor diye milli roman çığırı bitti mi sanıyorsunuz? Milli Eğitim Bakanlığı'nın ilk ve ortaöğretim için belirlediği 100 Temel Eser listesine bakarsanız, çocukların neyle "beslendiğini" görürsünüz.Bugüne kadar en çok "milli romanların" okunduğunu biliyor muydunuz?Hem de devlet kanonunun tanıdığı ve beslediği bir tür olarak!

Taşlamalar 2


UZUN İHSAN'IN GUGUKLU SAATİ

1 Haziran 2009 tarihli 41. sayılı Zaman Kitap Eki'nde İhsan Oktay Anar'la röportaj yapılmış, ayrıca Elif Şafak'tan, Gürsel Korat'tan ve Handan İnci'den birer soru alınarak Anar'a sorulmuş.
Handan İnci, Gürsel Korat'ın Bilgi Üniversitesinde 25 Nisan 2009'da yapılan İhsan Oktay Anar sempozyumundaki konuşmasını hatırlayarak, şöyle bir soru yöneltmiş:
"Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda Anar'ın romanlarında kadınlara yer verilmediği söylendi ve onun için 'kadınsız romancı' ifadesi kullanıldı. Gerçekten de Anar'ın romanlarında başlı başına hikayesi olan kadınlara rastlamayız. Beş romanda da tekrarlanan bu durumun bir nedeni var mı?"
Şöyle de bir yanıt almış:
"Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok."
Arkadaş lafı kondurmuş. Fakat yazarları değil, tribündeki seyircileri heyecanlandıracak bir cevap bulmuş.
Vakit varken Anar, edebiyatta kadından söz etmemenin, kadınsızlığın, guguklu saatsizlik gibi bir şey olduğu cevabını bir kere daha düşünmeli. Yazar, insan dışında edebi yapıtında bulunmayan şeylerden ötürü sorgulanmaz. Biri çıkıp "bu yazarın kitabında hiç guguklu saat yok" demiş gibi davranmak hiç de edepli bir davranış değil.
Evet böyle bir cevaptan sonra, "İhsan Oktay Anar'da kadın yok" önermesinin ötesine geçmek lazım: İhsan Oktay Anar kadınları yazamıyor. Artık bundan eminim.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Taşlamalar 1



Bir Aleph Shafagh çevirisi olarak: “The Love”

Elif Şafak'ın Aşk adlı romanında, tarihi karakter olarak Şems'le, günümüzde onun izdüşümü olan ve ona burnundan düşmüş gibi benzeyen Aziz Zahara, dünyanın pek çok yerinde dolaşan, "bohem, idealist, radikal, entelektüel, biseksüel, solcu, özgürlükçü, yeşil-anarşist, çokkültürlülük yanlısı, azınlık ve insan hakları savunucusu, ekofeminist Margot'nun sevgilisi"dir. Onunla birlikte esrar çeker, Hollanda'da yaşar, derken kendini fotoğrafçılığa vurup "galiba maddiyatçı" olduğu için çıkarının peşinde dolanır, Sahra Çölü'nde Bedevilerin arasında kalır, sufi olur. Onları kendi çıkarına kullanacağını sanırken, içinde çıkar duygusunun da, "ben" diye bir şeyin de kalmadığını anlar.

Benliğin kalmaması iyi bir şeymiş gibi neden yazarlar, neden böyle bir şeyi ciddi ciddi önerirler, hem de romanda, anlaşılır değildir ya, bu Aziz de kimmiş merakımızı çekmez değil, çeker: Onu da öğreniriz. Onun yaptıklarını bir İranlının yapamayacağını sezmişizdir ama içimizden bir neden olmasın sözü de geçer. Fakat beyazın da beyazı vardır, anlamamız gerekirdi. Adamımız İskoçyalı, Craig Richardson adında bir beyaz adamdır! Meğer Müslüman olup Aziz Z. Zahara adını almıştır.

Bir de "Oryantalizm nedir" diye sormuyorlar mı? Ben bu kadar acayip ve bu kadar sıradan olduğu halde, bu kadar edebiyatmış gibi davranan bir aymazlık görmedim. Kartondan yapılmış karakterler diyeceğim ama, çizgi filmlere ayıp olur diye böyle diyemiyorum.

Türkiye edebiyatında insanların vasatlığı bu kadar göklere çıkarmasından ne anlamalıyız? Vasatlık genel beğeni biçimi haline gelmekte midir? Yoksa gelmiştir de benim mi hiç haberim olmamıştır?

13 Şubat 2010 Cumartesi

12 Şubat 2010 Cuma

Memleket Romanı Nasıl Yazılır?


A. ÖMER TÜRKEŞ


RADİKAL KİTAP / 17/07/2009


Mizah duygusu yüksek türlü entrika ile akıp giden 'Kadın Düşkünü', memleket romanlarından beklenen, 'içinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat' fikriyatının temellerini cinselliği doğallaştırarak dinamitlemiş.

Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde başlayıp Söke ovasına uzanan Kadın Düşkünü, barındırdığı mizahı ve neşeyi daha ilk baştan, kapak tasarımıyla dışa vuruyor. Kitabın altbaşlığındaki Memleket Romanı vurgusu yeni nesiller için anlaşılmaz olabilir. Bu nedenle romandan önce memleket romancılığı ve Kadın Düşkünü‘nün meselesi üzerinde durmak istiyorum. Kitabın başındaki yazar tanıtımında Kemal Safa Güntekin’in 60’lı yıllarda doğduğu, önceki roman ve inceleme kitaplarını mahlas kullanarak yayımladığı belirtilmiş. Bir de kısa eklenti var; “çift kişilikli olduğuna inanıyor”!.. Romanı okurken kişilik sayısının ikiden fazla olma ihtimalinde kuşkulanabilirsiniz. Parodik ‘bir’ yazarın ürünü olan Kadın Düşkünü, edebiyat tarihimize göndermelerle dolu parodik bir roman. Peki neyin parodisi? Yazara ilham veren düşünceyi, romanın girişindeki alıntıdan öğreniyoruz; “Roman, bir vasıtadır. Roman, idealini milli hislarin menbaından almalıdır. Böyle bir roman, okuyucusunu vatan sevgisile ve Türklüğe yaraşır bir vakarla doldurur, her Türk çocuğunu da eğilmez baş olarak yüceleceği fikriyata sevk eder. İçinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat! İşte roman denince ne anladığımızın tarifi.” (Ş. Şiremenlioğlu, Dil ve Edebiyat Meselelerimiz, 1944) Şaka gibi, ama çok ciddi. Gerçekten de Cumhuriyetin ilk yıllarında, ardından Milli Şef döneminde edebiyatla siyaset arasında böyle bir ilişki kurulmak istenmişti. Başta Yakup Kadri, Burhan Belge, Falih Rıfkı Atay olmak üzere Cumhuriyet elitinin edebiyat ve sanatla ilgilenenlerinin yazılarında açıkça ortaya konduğu gibi edebiyattan beklenen ‘dava’ya hizmetten başka bir şey değildi. Kısacası ‘Memleket Romanlar’ydı talep edilen. Aslında böyle bir roman türü 20. yüzyılın başlarında Refik Halid Karay’ın Memleket Hikâyeleri, Halide Edip’in Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı ya da Anadolu Notları adlı seyahat anılarıyla filizlenmeye başlamıştı. İstanbul dışına çıkmayı, memleketi tanımayı, memleket sorunlarını kavramayı amaçlayan ilk dönem yazarlarının memleket gezisi kısa sürdü. Cumhuriyet’in vaaz ettikleriyle gerçekleştirdikleri arasındaki makas açıldıkça, ‘yüksek edebiyat’ı gözü kapalı bir vazife aşkıyla ideolojik hizmete koşmak elbette mümkün olmayacaktı. Bu durumda Cumhuriyet ideolojisini toplumsal bilincin en derinlerine kadar işlemek fikriyatı -aydınlanmacı düşüncenin yüksek sanat ideallerine uygun düşmemekle birlikte- populer romanlarla sınırlı kaldı. Özellikle aşk romanlarıyla. Cumhuriyet kuşağına düşünce ve davranış kalıplarını belletmeyi, hatta sevme biçimlerini öğretmeyi üstlenen popüler aşk romanlarında da zaman zaman Anadoluya doğru bir hareketlenme görülür. Ancak seyehatler zenginlerin çiftlik evlerinde noktalanacak, ön plana daime temiz aşklar çıkacaktır. Aydınlanmacı düşüncenin ideallerinden uzaklaşarak romantik bir nostaljiyi barındıran bu tarz romanlarda yazarlar halktan yana dururlar ama aslında seçkinci ve aydınlatıcıdırlar. Çünkü, onlara göre, hayatın gerçeklerini gösterebilmek için; doğruları bilen, yanlışları gören ve yargılayan, gündelik yaşamın gerisindeki gizemi anlayan ve anlatmayı görev bilen yazarlar gereklidir. Ne yazık ki yaşamın gerisindeki gizem aşkla sınırlı kalmış, toplumsal sorunlara, yoksulluğa, solculara, muhaliflere, Kürtler’e ve dini kesime ilişkin baskılara ve cinselliğe hiç yer verilmemiştir.

Germencik’te bir çiftlikKemal Safa Güntekin, ‘memleket romanı’ akımından ilham alarak yola çıkmış. Niyeti bu akımın parodisini yapmak. Daha doğrusu bu tarz romanları baş aşağı çevirip ayakları üzerine oturtmak. Eğer vatanın ve milletin yüce ideallerinden değil bireylerden yola çıkılarak gerçekçi bir anlayışla yaklaşılsaydı ‘memleket romanları’ nasıl yazılırdı? Kadın Düşkünü, işte bu sorunun yanıtını vermiş.Zonguldak’ın Kozlu ilçesinden Bayram, hayat dolu, güçlü kuvvetli, uyanık ve çapkın bir genç. Askerlik çağına gelmiş ama askere gitmeye hiç niyetli değil. Etrafını saran çemberlerden Muallim Fikret Bey’in yardımıyla kaçıp Germencik’te Çolakzadeler’in çiftliğinin kahyalığını yapan Kamil’in yanına sığınıyor. Çiftliğin sahibi Emin Nail Çolakzade, Milli Mücadele’ye katılmış, Cumhuriyet ideolojisini her yönüyle sahiplenmiş, Batılı değerlere açık bir bey. Oğlu Cumhur’u da bu ideallere göre yetiştirmek için Avrupa’ya tahsile göndermiş. Ancak toprakları daha fenni yollardan işlemek gayesiyle Fransa’ya ziraat okumaya giden Cumhur’un niyeti ise adaletsizliklere karşı mücadele etmek için hukuk tahsiline geçmek. Emin Beyin üç kızı Vecihe, İsmet ve Nermin de çiftlikte yaşamalarına rağmen Batılı eğitim almış modern genç kızlar. Emin Bey’in karşısında sırtını Demokrat Parti’ye yaslamış toprak sahipliğinin geleneksel kolunu temsil eden Mehmed Asaf yer alıyor. Yaşı geçkin Mehmed Asaf bir yandan DP’nin tarım kesimine dağıttığı kredileri kapmak diğer yandan Emin Bey’in kızı İsmet’i alarak Germencik ovasının tek hakimi olmak niyetinde. Emin Bey ailesi tarafından sert bir biçimde red edilmesi, Kötü Ağa Mehmed Asaf’ın dedikoduya dayalı kirli bir savaş başlatmasına neden oluyor. Özel alanda sürdürülen bu savaşta en büyük koz cinsellik. Ve kadınlara olan zaafıyla Bayram bu savaşta kilit noktası... Her memleket romanının daimi kadrolu elemanı idealist aydın tipini Bakanlık başmüfettişi Mükremin Bey ve kızı Ayşe çok iyi dolduruyor. Mizah duygusu yüksek türlü entrika ile akıp giden Kadın Düşkünü, memleket romanlarından beklenen -“içinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat”- fikriyatının temellerini cinselliği doğallaştırarak dinamitlemiş. Kemal Safa Güntekin, Orhan Kemal’in Hanımın Çiftliği romanına da selam ederek, kadın erkek ilişkilerinde temel dürtünün cinsellik olduğunu sevimli bir dille işlemiş. Üstelik kadınların hiç de pasif olmadığı tarzda, gündelik dilin içinde erimiş sözcüklerle doğallaşmış bir cinsellik. Cinselliği doğallığından koparan yegane roman kişisi -Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi romanındaki Meftun tipini hatırlatan- Cumhur. Hüseyin Rahmi cinsel özgürlüğü yanlış batılılaşmanın sonucu olarak göstermişti. Kadın Düşkünü’nde Cumhur’un yanlış batılılaşması cinsel isteklerini bastırmasında çıkmış ortaya. Neyse ki Bayram sayesinde Cumhur’un ufku da açılacak ve aşkın platonik hallerine saplanıp kalmışlıktan kurtulacaktır.Romanda yer alan her şahıs olup bitenleri kendi bakış açısıyla aktarıyor. Böylece algı, duygu, düşünce farklılıkları, ön yargılar, kişisel husumetler ve ortaya dökülmemiş sırlarla karşılaşıyoruz. Kötü ağa Mehmed Asaf’la iyi toprak sahibi Emin Nail’in servetlerinin kaynağının birbirinden farksız olduğunu, Rum ve Ermeni mallarının yağmalandığını, devlet arazilerinin toprak sahiplerine nasıl peşkeş çekildiğini, Teşkilat-ı Mahsusa kalıntılarının varlıklarını hala koruduğunu, zenginin köylüye bakışındaki aşağılamayı, ötekine düşman muhafazakarlığı -vb. konuları- roman kişilerinin ağzından dinliyoruz. Kemal Safa Güntekin, çifte kişiliğinin faydasını burada görmüş; hem çok çok derinleştirmeden ciddi meselelere açıyor hikâyesini hem de mizah yanını hiç boş bırakmıyor. Kadın Düşkünü, bu yaz sıcaklarında iyi vakit geçirtecek güzel hikâye edilmiş sevimli bir roman parodisi.

2 Şubat 2010 Salı

Kadın Düşkünü Hakkında


Kadın Düşkünü ismi ve tercih edilen kapak resmi düşünülünce eski romanları çağrıştıran bir yönü var.

Her şeyine güldüğümüz bir romanı severiz. Ne güzel düşünülmüş densin, bak eskiye benzetilmiş, kapak o zamanlarki gibi, ad zaten başka şeyler fısıldıyor, içerik o zaman yazılamayacak şeylerle dolu! Sanki ellilerde yazılmış, hatta basılmış fakat bir şekilde dağıtılamamış bir roman aramıza gelmiş gibi olsun. Annemizin ve babamızın çocukluğuna ait resimleri ve hatta sesli filmlerini bulmak gibi bir şey bu. Kahkaha attırır.

Bayram ve Cumhur, romanda öne çıkan iki ayrı karakter. Biri Perhizciliği diğeri karnavalesk halk adamlarını çağrıştırdı bana. Yanılıyor muyum?

Evet, küçük bir ironi bu... Bayram, karnavalı, yığınsal edepsizliği, Dionisos’u, beden hazzı çağrıştırsın istedim. Cumhur da tam aksine yığınsal edep, düşünsellik ve Apollon’u hatırlatmalıydı. Bilirsiniz, edeb ve edebiyat ilişkisini. Romanda bu karşıtlığı yer yer kullandım.

Kadın Düşkünü nasıl bir toplum resmi çiziyor? Romanda tek bir solcu göremiyoruz örneğin, biri var o da tutuklanıyor zaten…

Toplumun solla molla ilgisi yok. Baştan beri bu böyle. En fazla yığınsallaştığı dönem benim gençliğimdir, onda da analarımız babalarımız “12 Eylül geldi de çocuklarımızı hapsetti, öleceklerdi çok şükür” diyerek bayram etti. Nazım hapse girdiğinde, açlık grevi yaptığında, hangi yığınların onu desteklediğini görürüz. Bizde yığınlar Tan Matbaası’nı yakmak, 6-7 Eylül’de Rumların mallarını yağmalamak için hazırdır. Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden ona hiçbir gam kasavet gelmez, gebersin der. Komik olan da budur, bu toplumda yöneticiler sürekli olarak olmayan bir solla savaşmış, her türlü kötülüğü komünizme, sola mal ederek ilginç bir biçimde dünyada benzeri olmadığını sandığım sınıfsız, sınırsız, kaynaşmış bir kütle olarak kök faşizmi tabandan tavana inşa etmişlerdir. Bu da şüphesiz çok gülünecek epeyce malzeme içerir.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Klarnet Sesli Bir Milli Roman Parodisi


Tuhaf isimli bir kitap gözünüze çarpmış olabilir. Eskiyi çağrıştıran, özellikle epritilmiş bir kapak da cabası. Orhan Safa Güntekin imzasıyla İletişim Yayınlarından Kadın Düşkünü adlı bir roman çıktı. Gerek yazar ismi gerekse kapağa iliştirilmiş “Memleket Romanı” ibaresi, edebiyat tarihimiz kadar eğitim yoluyla bizlere de etki eden “Milli Roman” akımıyla didişildiğini gösteriyor kitapta. Her ne kadar bu yönüyle öne çıksa da Kadın Düşkünü’nü sadece bir milli roman parodisi değil. Oldukça eğlenceli, kimi zaman bir vodvil havası taşıyan hızlı bir anlatı. Kitabın yazarı Güntekin ile edebiyat ve siyaset ekseninde romanını konuştuk.

İsminiz bir mahlası çağrıştırıyor, yoksa edebiyatsever bir aileden mi geliyorsunuz?

Edebiyatçı bir aileden gelmiyorum. Okumaktan sempatiyle söz eden ama okumuşa deli gözüyle bakan bir mahallede büyüdüm. Annem, her kitabı elime aldığımda “gözün bozulacak oğlum” derdi. Evet, takma ad kullanıyorum. Oscar Wilde gibi söylersek, yazar sadece yazısını değil benliğini, eylemlerini ve hatta bana kalırsa adını bile kurgular. Gerçek adıyla tanınmak isteyenlerin mahalledeki berber ve kasap tarafından tanınmak istediğini yazıyor Umberto Eco. Benim bu ismi seçerek nasıl bir şeye yöneldiğim belli oluyor. Umarım oluyordur.

Kapaktaki memleket romanı tanımlaması, içerdeki epigraf ister istemez milli roman kavramsallaştırmasını mesele ettiğinizi gösteriyor.

Seçtiğim takma addan başlayarak bu böyle. Türkiye’nin kuruluşu, kutsal ailesi, vaftizi, arındırılması ne varsa hepsi bu milli roman çığırının açtığı derin çukurda şekillendi. Hani bitmeyen inşaatlar vardır ya açılan çukura yağmur dolar, kurbağalar vıraklar… Mahallenin bebeleri bir girsek bir yüzsek diye dolanırlar. Bekçi de kovalar onları… Ben bu çukurda milliyetçiliğin ve düşmanlığın yarattığı kan gölünü de görüyorum. İçimde kaçınılmaz bir alay etme arzusu doğuyor. Madem öyle bir de Memleket Romanı yazayım da Milli Roman denen alengirli iddianın yapmadığı şeyi yapayım dedim. O zaman yaşasam böyle yazardım diye, bu o zamanki romanda eksikti diye…

O zaman şunu sorayım: Tanzimat’tan bu yana özellikle romancılığımızın ilk elli yılında eyleme, tek etkiye ve üst anlatıcıya dayalı bir üslup hâkim. Kadın Düşkünü’nde benzerlikler de var, özellikle uzak durulan bir anlatım da göze çarpıyor. Meseleyi biraz da bu bağlamda tartışalım istedim.

Milli Edebiyatımızda ben anlatıcı başladı mı günlük yazar, her şeyi Tanrı yazarın istediği şekilde söyler. Tanrı anlatıcı da her şeyi dışarıdan gözler, her şeyi Tanrı gibi bilir. Bireylerin iç dünyası yoktur, olsa ne gam, o iç dünya da resmi ideolojinin tekrarıdır. Yararsız bir böbürlenme, “biz biz” deyip duran birtakım adamlar, aşağılanan kadın cinselliği, şu bu. Oysa memlekette-sokakta işler böyle değil, herkes herkese sunturlu küfür savuruyor, aksırıyor, tıksırıyor... İç dünyası var tabii ki insanların ve orada çeşitli fırtınalar dönüyor. Herkes her an Büyük Türk olarak yaşamıyor, basitlikler yapıyor, gözü katakulliye kayıyor, kolayına kaçıyor, onun bunun ırzına göz dikiyor, camiye gidiyor bunların kötü olduğunu dinliyor, sonra çıkıp içiyor falan. O romanlardaki Türkler nerde bilmiyorum ben. İlk iş olarak bunu parçaladım, ne kadar karakter varsa kendini anlattı. Ben anlatıcıyı kullandım ama resmi ideolojinin hık deyicisi olmak için değil.

Romandaki herkes ucundan kıyısından cinsellikten bahsediyor. Bu denli cinsellik merkezli bir toplum olduğumuz söylenebilir mi?

Bana dediler ki Kadın Düşkünü diye kitap adı olur mu? İkincisini de yazdım, onun da adı Erkek Düşkünü. Aklı fikri “orasında” olmanın biyolojik bakımdan bir küçültücülüğü yok. Yani bırakın toplumu insanlık olarak böyleyiz gibime geliyor. Sadece toplumlar ve insanlar zihinsel gelişmişlik derecelerine göre cinsellik konusunda değişik tepkiler gösteriyorlar. Cinselliğe kafayı takan bir toplum olmasak, türbanı, eteği, evlenmeyi, boşanmayı, bağlılığı ve ihaneti bu kadar diline dolayan bir toplum olabilir miydik? Cinsellik bizde hem kafaya takılı kalmış, hem de erkekler lehine sözüm ona çözümler üretilmiştir. Başörtüsünün tartışıldığı bir programda İslamcı yazar Sadık Albayrak “Beni kadının kulak memesi heyecanlandırır” diyebiliyor. İşte saygın bir yazar dede, Hüseyin Üzmez; ne saygın ama 14 yaşında bir kızı iğfal ediyor! Cinsellik konusunda bu kadar tutucu fetvalar yağdıranlar böyle olduktan sonra, başka kimin kafasında cinsellik yok diyebiliriz ve bundan niye sakınırız ki? Cinselliği düşünmeyi lanetleyen tutuculuğu lanetlemek istiyorum. Başkalarının zararına, kendi yararına bir cinsel haydutluğu alkışlayan herkese de lanet ediyorum. Kendisi ve başkaları için sevgi dolu bir cinsellik, şaka, mutluluk. İşte kaybettiğimiz cennet.

Son soru: Kadın Düşkünü için iyimser bir roman diyebilir miyiz?

Bir yerde klarnet sesi duysam yüzüme bir gülümseme oturur. Her satırında bir klarnet sesi olsun istedim. Bu kadar kötülük içinde gülmeye hakkımız var: İyimserlik, zor günlerin şeytan kovma duasıdır. Kime bilmem ama toplumun böylesi dilekleri zaman içinde kabul ettiğine dair ümitler olmadan yaşam acılaşıyor.

Ölmez de Sağ Kalırsak...


Romanınızı mahlas bir adla yayımladınız! Neden?

Edebiyatta anlatılandan çok yazarın kimliği, nasıl yazdığı, neyle yazdığı, nasıl çalıştığı, neyi sevip sevmediği daha önemli hale geldi. Yazarların isimlerini de çok önemsediğini düşünüyorum. Aslolan hikâyedir ve bunu unutuyoruz. Şöyle de söyleyip bir parça muamma katayım işe: okunmak istediğim için tanınmak istemiyorum.

Biyografinizden başka mahlaslar kullanarak kitaplar yazdığınızı anlıyoruz. Kendi adınızı kullanmaktan neden sakınıyorsunuz?

Sakındığım şey ismim ya da yazdıklarımın içeriği değil. Size şöyle söyleyeyim: Gerçek adımla yazdığımda “Vay, şu kadına -belki de adama- bak, gemi azıya almış” diyecekler ve ne yazdığımdan çok benimle ilgilenecekler. Bunu istemiyorum. Oyunbazlık üstüne epeyce konuşabilirim veya Japon ressamlarından söz edebilirim. Bir şehirde yeterince ünlü olduklarını hissettiklerinde, başka bir şehre göçer ve o şehirde yeni bir isim ve üslupla yeniden çalışmaya başlarlarmış. Ben kenarda durmayı, hiç yokmuş gibi o sokaklarda gezmeyi yeğliyorum. Sokaklarda gezerken fotoğrafımın çekilmesini isteseydim mahlas kullanmazdım.

Ama gerçek adınızla yazdığınız kitaplar da vardır, değil mi?

Bu isim meselesinin üzerinde durmayalım derim. Yazarken mutlu oluyorum, başka türlü bir hayat bilmiyorum. Kitaplarımı yayınlayanlar var, bazen okurlarımla karşılaşıyorum. Güzel şeyler duyuyorum, bu da hoşuma gidiyor ve bana yetiyor. Gerçekte kim olduğum çok da mühim değil. Yayınevindeki editör arkadaşlara kim olduğumuzu sorup, tahminlerde bulunuyorlarmış. Oyunbazlığı paylaşmak adına bu güzeldir ama sadece o kadar… Kim olduğum haber değeri taşıyabilir ama bu benim dışımda gelişiyor.

Mahlasınız Yaşar Kemal, Peyami Safa ve Reşat Nuri Güntekin gibi büyük yazarların soyadlarının toplamı mı? Eğer öyleyse, onların hikâyelerinin izinden gidilerek mi oluştu bu roman?

Kemal Tahir’i unutmayalım. Orhan Kemal de aklımızdan çıkmasın. Takdir edersiniz ki bu da parodinin bir parçası. Tek tek isimlerin izinden gittiğimi söylemek yanlış olur. Bir toplamdan, bir tortudan söz edebilirim. Hepimizin büyürken okuduğu belki okumak zorunda kaldığı roman ve hikâyeler gibi konuşan ama onlar gibi söylemeyen bir tersine çevirme yapmak istedim. Kapak resminden içeriğine kadar böyle bir izden gidildi demek daha doğru olur.

Kitabın kapağında ‘memleket romanı’, arka tanıtımında da ‘milli roman parodisi’ deniyor. Günümüzde hala memleketin hali pür melali milli romanda mı tezahür ediyor?

Milli roman adı altında yazılanları masum bulmadığım için onlara karşı bir parodi yazdım. Milli roman yazan Peyami Safa, Necati Sepetçioğlu, Halide Edip gibi yazarların bazı romanlarına dayanamayıp, olsa olsa bunları reddetmek için memleket romanı yazılır diyerek böyle bir adlandırma seçtim. Yani memleket romanı yakıştırması ve tavrı bana ait, öncesi yok. “Memlekette neler oldu-oluyor” sorusuna cevap. Bana kalırsa milli romanda bireylerin iç dünyası yoktur, olsa ne gam, o iç dünya da resmi ideolojinin tekrarıdır. Yararsız bir böbürlenme, “biz biz” deyip duran birtakım adamlar, aşağılanan kadın cinselliği, şu bu. Oysa memlekette-sokakta işler böyle değil, herkes herkese sunturlu küfür savuruyor, aksırıyor, tıksırıyor...

Bir de tabii, romanda yurdum insanının cinselliğe (haliyle kadın düşkünlüğüne) olan ilgi ve alakası fazlaca gündeme geliyor… Roman 50’lı yıllarda geçse de pek çok konu günümüzle bağdaşıyor… Cinselliği de buna dâhil edebilir miyiz? Gayelerinizden biri de bu muydu?

Cinsellik odaklı bir hayat sürdürüyoruz. Çok konuşuyoruz bu meseleyi, dönüp dolaşıp lafı buraya bağlıyoruz. Edebiyatın edeb’ten gelen kökenini hesap ederek bir yandan da Kadın Düşkünü diye roman ismi olur mu diye düşünebiliyoruz. Bilerek seçilmiş bir isim bu, erotik roman yazdığımı sananlar olabilir, yanılmasınlar. Romandaki herkes bir biçimde bu ortak paydayı iğdiş ediyor.

Bundan sonra bu mahlasla yeni bir şeyler yazacak mısınız? Okurlar bu adı takip etsinler mi?

Ben aslında bir üçleme düşünmüştüm. Henüz ilkini yazdım anlayacağınız, ikinci kitap Erkek Düşkünü, sonuncusu Düşkünler adını taşıyacak. Demokrat Parti dönemini anlattığım için üçleme 27 Mayıs ile birlikte sona erecek. Ölmez de sağ kalırsak bu iki yeni roman için söz verebilirim.